Çeyrek Asrın Ardından 28 Şubat
Türkiye’nin geçirdiği siyasal süreçlerde toplum; özgürlüklerini kullanma, kendi mecrasında yaşama ve medeniyetini canlı tutma reflekslerini her kullanmaya niyetlendiğinde sert ve acımasız uygulamalara maruz kalmıştır. Halka üstten bakan elitler, tepeden inme yöntemler ile topluma rağmen onları “ehlileştirmeye” kendilerini yetkili görmüş ve oluşturdukları politikalarla yeni bir toplumsal yapı oluşmasını beklemişlerdir.
Tarihimizin yakın ve uzak geçmişinde toplumumuz, bu tür gayretleri sadece o dönem içerisinde yaşamakla kalmamış aynı zaman da telafisi daha sonra çok zor olacak yıpranmaları da beraberinde hissetmiştir.
Ülke tarihinde utanç günü olarak aklımızda kalan 28 Şubat’ın da maalesef böyle bir etkisi bulunmaktadır. “Ehlileştirmeye” hizmet eden ve toplumun değerlerine karşı gerçekleştirilmiş bir post modern darbe olarak nitelediğimiz o dönemde, 1995 seçimlerinin ardından Refah Partisi’nin sandıktan birinci parti olarak çıkmış ve hemen ertesi günü dönemin Genelkurmay Başkanı, silahlı kuvvetlerin laik Türkiye Cumhuriyeti’nin teminatı olduğunu belirterek, “Her türlü bağnazlık ve gericiliğin karşısındayız.” açıklamasını yapmasıyla bağnaz bir laiklik histerisi gericilik paranoyasına dönüşmüş, cadı avının fitili ateşlenmiştir.
28 Şubat, ruhunu primitif batılılaşma sürecinden, adaletini(!) Tek Parti Döneminden, vasiyetini 27 Mayıs’tan, zulmünü 12 Eylül’den alan yerli bir kolonyalizm süreciydi. Bu yönüyle 28 Şubat, bu topraklarda kurulan düzenin Batı’ya sunabileceği tüm hizmetlerin rafine bir hülasasıydı. Devleti rehin alan çılgın bir proje, ihanet içinde bu son hizmeti de sunmuş oldu.
28 Şubat, NATO genel sekreterinin yeni konsepti dediği şeye uygun küresel bir müdahaledir. Dünya sistemine, Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte demoralize olan sosyalist akımdan sonra kapitalizme kafa tutacak İslam’ın dışında bir şey kalmamıştır. Bunu bilen batı egemen güçler hem İslam’ı geriletmek istiyorlar hem de dönüştürmek istiyorlar. İki işi birden yapıyorlar. 28 Şubat aslında fiili bir müdahaleden öte zihni bir müdahaledir. Müslümanların zihnini dönüştürmeye yönelik bir faaliyettir. Büyük oranda bu dönüşüm başarılı olmuş durumdadır.
28 Şubat’ın bugün de hissedilen önemli bir zararı da nesillerimize kıyılmış olmasıdır. Öyle ki Kur’an ile kişiliğinin yoğurulması imkânı tanınmayan ve İslami değerlerin yeterince aktarılamadığı nesiller ciddi travmalar yaşamıştır.
Deizm, Ateizm, amaçsız ve zevk eksenli yaşam ve boşlukta sürüklenen gençlik manzaraları her geçen gün daha çok görülmektedir. İslam’dan uzaklaştıran bu milletin zihni dönüşümü 28 Şubattan bu yana çok bariz bir şekilde görülmektedir. O halde, 28 Şubat’ı sadece 90’ların talihsiz bir dönemi olarak değerlendirmenin doğru olmadığı kanısındayız.
İslam’da cihadın yeri ve ahkamın alanı daraltılarak uluslararası sistemle İslam arasında uyumsuzluk olmadığı söylenmek isteniyor, ‘cihat’ teröre bulaşmış şer cephe taşeronu bazı marjinal örgütlere terk edilmiş bir kavrama dönüşmüş, ahkam ise dinim vicdanlarda olduğu algısına kurban edilerek toplumun hayatında belirleyici olmaktan büyük planda uzaklaştırılmıştır.
28 Şubat’ta bizden istenen şey; küresel efendilerin kurguladığı sisteme uyum sağlamak, hayata rengini katmayan ruhsuz bir İslam’ı yaşamaktı.
Tam da bu boyutu ile 28 Şubat anlayışı, sistematik bir şekilde ahlaki ve manevi çürümeyi teşvik etmekten bir an bile geri durmadı. Ülkemizde, haramlarla etrafı örülmüş yoz bir hayat yaşayanların düştükleri berbat hallere ilişkin her gün birçok olumsuz gelişme cereyan etmektedir.
Yuvaları karartan kumar, içki ve uyuşturucu bağımlılığı derinleşiyor, zina, aldatma ve beraberinde gelen cinayet ve intihar vakaları hızla artmaktadır. Tüm bunlara rağmen içki ve ahlaksız yaşam tarzı tartışmaya kapalı tutulup sürekli ‘bir özgürlük alanı’ olarak lanse edilmektedir.
28 Şubat sürecinden bugüne 25 yıldır dayatılan bizim de takiple yetindiğimiz zihni dönüşüm; toplumda her geçen gün artan yoğunlukta benimsenerek hayat tarzına dönüşmektedir.
Hayatı ‘Âlemlerin Rabbinin belirlediği kurallar çerçevesinde yaşamayı kabul edenler’ ile ‘batıl kuruntuları ve nefislerini ilah edinenlerin’ uzlaşmaz çatışmasını da bize mal etmeye çalışıyorlar.
Toplumun en temel yapısı olan aileyi canlı ve diri tutmak, toplum ve geleceğin teminatı çocuklarımıza sahip çıkmak hayati bir sorumluluk olarak önümüzde durmaktadır.
Ahlakı kuşanmış, erdemli, nitelikli ve sorumluluk sahibi gençler faziletler ile donanmış bir toplumun taşıyıcı gücü olacaktır.
Karşısında kimliksiz ve mankurtlaştırılmış bir toplum görmek isteyen şer güçler, her dönemde farklı argümanları kullana gelmiştir.
Yaşanmışlıklardan habersiz nesiller, yeni tuzak ve cenderelerde dönüştürülmeye açık olacaklardır.
Burada öncelikle üzerinde durmamız gereken şey, “28 Şubattan gerekli dersleri aldık mı?” sorusudur. Peki; 28 Şubat’ı hatırlamanın anlamı nedir, unutmanın pratikte karşılığı ne olacaktır? Çok basit; unutmak yetişkin ve gençlerimizin yaşayacakları bilinç kaybı yolu ile duyarlılık gösterilmesi gereken anlarda duyarsız kalmaya yol açacaktır.
Rehavete katılıp yaşananları unutursak, bilinçle hareket etmezsek, yaşanan travma ve trajedilerden dersler çıkarıp bunları gençlerimize taşıyamaz / aktaramazsak ortaya çıkacak şey ülke ve toplumun geriye gitmesi, çöküşü ve yok oluşu olacaktır.
Şu acı bir gerçektir ki çocuklarımıza 28 Şubat’ı anlatamadık. İnanın eski Türkiye’nin ne olduğunu gençlerimiz tahayyül edemiyor, vesayet rejimi bu ülkede yaşandı mı tam olarak algılayamıyorlar.
Aynı şekilde 27 Mayıs 1960 Darbesinin neden yapıldığını 12 Eylül 1980 Darbesi hazırlanırken neden bir sağdan bir soldan mantığıyla bu ülkenin 5000 gencine kıyıldığını, bunlardan kimin sorumlu olduğunu da zamanında gerektiği gibi analiz edemedik.
Toplum üzerinde bıraktığı çok boyutlu hasarlar göz önünde tutulmadan 28 Şubat darbe süreci için “bitti.” veya “Bin yıl sürecek denen 28 Şubat bir yıl bile sürmedi.” gibi tartışmaları, bu meşum darbenin her yıldönümünde gündeme getirmek pek de anlamlı değildir. Tarih şahitlik etmektedir ki kirli eller ve emeller tarafından hazırlanan, sözüm ona, 1000 yıllık stratejik planlar, meşru toplumsal direnişler karşısında rezil ve sefil bir şekilde akamete uğramaktan kurtulamadı.
Ülkemizde de 28 Şubat Süreci denen kirli tezgâh aynı kadere mahkûm oldu. Çeyrek asır sonra 28 Şubat Sürecini sağlıklı bir şekilde tekrar değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Evet, dönemin YÖK başkanı Kemal Gürüz gibi 28 Şubat Sürecinin kimi sivil ve askerî kuklaları yargılandılar, cezaevine de girdiler. Ancak “İrtica geliyor, laiklik ve Kemalizm elden gidiyor.” propagandaları ile bu kirli tezgâhın içinde olan medya patronları, kalemşorları, beşli çeteler, askerî ve sivil bürokrasi gibi pek çok sorumlu, hala mahkeme önünde hesap vermiş değil. Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan Afrika seyahati sırasında Cezayir’de 28 Şubat darbesinin yargılanma sürecine ilişkin değerlendirmede bulunurken iki hususa değindi:
Bunlardan ilki darbenin sivil kanadının halen yargılanmamış olmasının yarattığı rahatsızlıktı, diğeri ise hala cezaevinde bulunan masum insanların yaşadığı mağduriyetler idi. Evet, 25 yıl önce cuntacılar; medya, iş dünyası, bürokrasi ve kimi kirli sendikaların şakşakçılığıyla halkın seçimiyle iktidara gelmiş meşru hükümete karşı darbe uyguladılar. Elbette bunların hesabı sorulmalıydı, sorulmalıdır. Ancak belki de bu yapılmadığı için bir kez daha bu ülkede bir darbe girişimi, 15 Temmuz, yaşandı. Ülkemiz bir uçurumun kenarından döndü. Halkımız bu kez tankların önünde dimdik durdu, bu milletin bir kez daha büyük mağduriyetler yaşamasına fırsat vermedi. Bir daha 28 Şubat, 15 Temmuz benzeri darbe teşebbüsleri yaşanmaması için bu kirli tezgâhların içinde olan, beşli çetesinden medya figüranlarına, sivilinden askerine sorumlu ve suçlu olan herkes hâkim karşısına çıkarılmalıdır ve bu millete yaşattıklarının bedelini ödemelidir. Aksi takdirde bu karanlık mihraklar, sosyal-ekonomik her sıkıntıyı krize çevirmeye teşebbüs ederek tekrar sahneye çıkmaya çalışacaklardır.
Mütedeyyin insanlarımızın bugünlerde bile fişlenmesi ne yazık ki devam etmektedir. Bütün bu yaşanmışlıklara rağmen bu milletin değerlerine sahip çıkan 28 Şubatçı şer güçlerin toplumu ifsad eden mihraklarının karşısında duran, nesli ıslah ve ihya eden bizlere terörist muamelesi yaptılar. Konjonktür gereği terörden ceza verip hayatımızın 15 yılını karartmalarının sonucunda; tekrar yargılanmak için karşı dava açtık. Bizler, yeniden yargılanıp terörden aklanmamıza rağmen bazı gönüldaşlarımızın aile ve yakın akrabaları fişlemelere maruz kaldılar. Bu noktada yapılması gereken; şeffaf ve hesap verebilir olmak, değerlerimizden taviz vermemek, ilkesizlik / ihaneti hep kerih görmek, kanaat sahibi olup doymaz bir iştah taşımamak, değişim/ gelişim/ uzlaşmaya açık kimlik erozyonuna kapalı olmak, rüşvet ve şantaja açık kapı bırakmamaktır. Neslin ıslahı ve ihyası için hep iyi güzel işler yapmaktır.
Peki, 28 Şubat 1997’de kimler hedef alındı. 28 Şubat, halkın İslamî kimliğine ve değerlerine karşı duyulan kin ve nefretin alenen dışavurumudur. Osmanlı yıkılmasına rağmen, Müslüman Anadolu toplumunun İslami değerlerini yaşamaktan vazgeçmediğini gören devşirme, laik, batıcı zihniyet; neredeyse on yılda bir askeri darbelerle bu milleti hizaya çekme teşebbüslerinde bulunmuştur.
27 Mayıs’tan 12 Eylül’e, 28 Şubat’tan 15 Temmuz’a bütün bu darbeler şunu açıkça ortaya koymaktadır ki askerî cuntalarla hesaplaşma mutlaka yapılmalıdır. Cuntaya destek veren medya patronları, sermaye çevreleri, bazı STK ve meslek odaları ile bu hesaplaşma yapılmadan yeni darbe teşebbüslerinin önü alınamaz.
15 Temmuz darbe girişimine karşı milletimizin gösterdiği direnişin temelleri 28 Şubat sürecinde atılmıştır. O süreçte yaşanan yasaklar, mağduriyetler, ekonomik krizler toplum hafızasında yer edindi ve Anadolu insanı aynı sıkıntıları tekrar yaşamamak adına 15 Temmuz’da güçlü bir direniş ortaya koydu.
Kanaatimce bu toplumsal hafızanın her zaman canlı tutulması gerekir. Askeri vesayetlerin bu ülkede tekrar yaşanmaması için toplumun bilinçlendirilmesi elzemdir. Şu husus bilinmelidir ki toplum mühendisliğine soyunan mihraklar, milletimize çok büyük acılar yaşattılar.
Bütün kirli saldırılara direniş gösteren Müslüman toplumumuz hedef tahtasına kondu ve laiklik elden gidiyor, irtica hortladı, dindarlar bizim yaşamımızı değiştirecekler, yobazlık gelecek hokkabazlıkları ile darbe girişimlerine hazırlık yapıldı.
28 Şubat’a hazırlık evresinde medya sinsice kullanılarak, darbenin hazırlanmasında özel televizyonların büyük katkısı oldu. Hasan Mezarcı medya yoluyla linç edildi, ağır işkencelere maruz kaldı. Aczimendiler diye bir grup sahneye sürüldü. Bunlar üzerinden İslam ve Müslümanlar saldırıya uğradı. Özel hayatı ihlal eden senaryoları ekranlarda sahnelediler ve aylarca bu tezgâh pazarlandı. Dindarların kötülenmesi için akla hayale gelmedik haberler ürettiler. O dönem, inançlı insanların her türlü yasal ticari faaliyeti yeşil sermaye yaftasıyla sekteye uğratıldı.
Manşet manşet psikolojik harp taktikleri ile küçük bir bakkalından büyük bir şirketine inançlı insanların iflas etmesine yol açacak faaliyetlere girişildi.
Bizim yakinen bildiğimiz Kombassan gibi devasa bir holding boykota uğratıldı ve iflas ettiler. Yine Yimpaş çok ortaklı bir holding ta o zamanlarda zincir marketlere sahipti. Yüzlerce farklı alanlarda ekonomik faaliyet yerle bir edildi yeşil sermaye diye.
Yine o süreçte herkesçe malum olduğu üzere özellikle kız öğrencilere yapılan baskının ağırlığı çok fazla hissediliyordu. Bu süreçte en çok başörtülü kızlar ve inançlı gençler mağdur edildi diyebiliriz. Eğitim hakları ellerinden alındığı için mağduriyet yaşayan kızlarımız her gün kar kış kampüs önlerinde beklemek ve bu haksızlığa karşı direnmek durumunda kaldılar.
Ben şahsen 28 Şubat sürecinin bittiğine bugün dahi inanmıyorum. Yaşadığımız dönemi iyi okursak eğer bu sürecin öyle kolay kolay bitecek bir süreç olmadığını anlayabiliriz.
Günümüzde bile hala siyasette, medyada, iş dünyasında bulunan aktörler aleni bir şekilde İslam ve Müslümanlara karşı kinlerini kusmakta, her fırsatta kutsal değerlerimize hakaret edebilmektedirler.
Daha yakın günlerde bir partinin başkan yardımcısı ve sözcüsü basın açıklamasında “orta çağ zihniyeti” diye İslam’ın hükümlerinin uygulanamayacağını dobra dobra kin kusarak ifade etmekte bir beis görmedi.
Sosyal medyada sanatçısı, tiyatrocusu, şarkıcısı veya sosyal medyada ünlenmiş farklı şahıslar, Müslümanların değerlerine dil uzatıp alaysamalı ifadeler kullanarak toplumsal huzurun önüne geçebiliyorlar.
İsterseniz biraz da Müslümanların nasıl bir imtihanla karşı karşıya kaldıklarının muhasebesini yapalım:
Yüce Allah Al-i İmran Suresinin 140. ayetinde günleri insanlar arasında döndürdüğünden bahseder. Zaman bazen lehimize bazen aleyhimize işleyebilir. Bu süreç elbette ki sünnetullahtır. Eğer günler ömür sermayemizi tüketmekten başka bir işe yaramamışsa kaybedenlerden oluruz. Fakat takvayı kuşanarak dünyanın bir imtihan yurdu olduğu düşüncesi ile hayatımızı idame ettirirsek elbette kazananlardan oluruz.
2022 yılına geldiğimizde tabii ki kazanımlarımızı görmezden gelemeyiz. Rabbimize hamd etmemiz gereken onlarca gelişmenin olduğunun farkındayız. Sadece Kur’an kurslarının, imam hatiplerin açılması veya başörtüsünün serbest olması değil kazanımlarımız.
Belki de en büyük kazanımımız 15 Temmuz gecesi gösterilen direniştir. İnsanımızın bu toprakları öyle kolay kolay gücü elinde tutup kendilerini milletin efendileri olarak gören mihraklara bir daha teslim etmeyeceğine dair ortaya koyduğu sağlam iradedir.
Yine dün ne yazık ki İslam’la ve Müslümanlarla savaşan ordunun bugün ümmet coğrafyasının muhtelif bölgelerinde mücahitlerle ittifak içinde mazlumlara kalkan olması da çok kıymetli bir gelişmedir.
Dün bu memleketin aslî sahipleri olan bizler bile öz vatanımızda barınamıyor, sığınacak yer arıyorduk. Bugün ise muhtelif ülkelerden milyonlarca muhacire millet olarak devlet olarak ‘ensar’ olmaktayız. Bütün bunlar bizler için paha biçilmez kazanımlardır.
Elbette ki bunlar basit, sıradan gelişmeler değil. Bütün bu kazanımların, ödenen bedellerin, verilen zorlu mücadelelerin sonucu olduğunun farkında olarak hamd etmeliyiz. Bu mücadelede emeği olan, büyük bedeller ödeyen her bir insanımızın hakkını da teslim etmeliyiz.
Diğer yandan 28 Şubat yıldönümlerini sadece nostaljik bir faaliyete dönüştürürsek bundan bir hayır hasıl olmaz. Hele hele bugünkü kimi zaafları, yanlış ve eksikleri örtmek için 28 Şubat Süreci suiistimal edilirse bu durum şerre bile neden olabilir.
Şu bir gerçektir ki Müslümanlar, 28 Şubat Sürecinde az ya da çok muhtelif sıkıntılara maruz kaldılar. Hepimiz farklı bedeller ödedik, birtakım sıkıntılar yaşadık. Tüm bunlar yalnızca Allah için idiyse ne mutlu bizlere.
Eğer yaşadığımız sıkıntılar bizleri daha iyi, daha sağlam, daha donanımlı bir kulluk bilincine, muttaki bir hayat yaşamaya sevk etmişse elbette kaybeden değil kazananlardan olmuşuzdur.
Rabbimize dua ederiz ki yaşadığımız sıkıntıları, meşakkatleri, zorlukları, acıları, açık veya gizli günahlarımıza kefaret kılsın.
Buhari ve Müslim’in Ebu Hureyre’den naklettikleri şu Hadis Resullulah’ın açık bir müjdesi değil midir?
“Ayağına batan dikenin verdiği acı da dâhil olmak üzere Müslümanın başına gelen her türlü yorgunluk, hastalık, tasa ve üzüntüyü Allah-u Teala müminin hatalarına mağfiret etmeye vesile kılar.”
Rabbim bizleri son nefesimize kadar hakkı tutan, adaleti tesis eden, Müslümanların hukukunu gözeten, sabreden, şükreden ve dini üzere mümince yaşayan kullarından eylesin.
Biz biliyoruz ki Allah’ın bize verdiği nimetler karşısında onun yolunda ödenen bedeller hiçbir şey değildir.
Başta hidayet nimeti olmak üzere Rabbimizin bize lütfettiği nimetleri sınırsızdır. Dünyayı amaç ve hevâsını ilah edinmişlerin, yoğun kalabalıklar teşkil ettiği bir toplumda Müslümanlarla beraber olmamız her şeyin üstündedir.
Kanaatimce 28 Şubat’ından 15 Temmuz’una bu süreçler biz Müslümanları nasıl etkiledi ve bize ne kattı, buna odaklanmamız gerekiyor.
Bu süreçler, zulmü daha açık ve net tanımamıza, İslam düşmanı sapkın güruhlara karşı direncimizin artmasına bir katkı sağladı mı? Egemen devşirme, laik mihrakların zulüm ve baskılarına karşı direniş ruhumuzu canlandırdı mı yoksa, Allah muhafaza, zorlu imtihanların farklı süreçlerinde ayaklarımızın tökezlemesine mi yol açtı?
Üzerinden 25 yıl geçmiş olmasına rağmen 28 Şubat ile ilgili sosyal medya başta olmak üzere hiçbir alanda söylem üstünlüğü elde edilmedi. Yine bu duyarlılık ve hafızanın diri tutulması için ‘süreç yönetimi’ gibi ‘mesaj kanalları’ ve algılamayı sağlayacak kavram ve araçlardan yeterince haberimiz yok. Bunca eksik ve atalete rağmen sızlanan ve ah vah eden de yine bizim mahallenin insanları, hiçbir sıkıntıya da gelemiyoruz. Yüreğimiz deseniz yeterince sızlamıyor. Birçok alanda ihtisas ve birikim sahibi akademisyen ve yazarlarımız, çok geniş bir yelpazede eserler vermiş olmalarına rağmen 28 Şubat’ı “es geçmeyi” tercih edebiliyorlar.
28 Şubat’ın kendisine bigâne kalınma kolaycılığı nedeniyle farklı boyutlarda devam etmesi, bir nevi toplumsal algı körlüğüne yol açıyor.
“Mutlu” ve her daim “muktedir” azınlığın, gücü halka karşı kullanarak söylem ve tutumlarıyla; Müslümanların değerlerine, İslam kimliğine, doğrudan İslam’a yönelttikleri düşmanlık açıkça bilinmektedir. Ancak ne acıdır ki o yıllar ne bizim ne de toplumun hafızasında kalıcı bir yer edinememiş, zamanla da flulaşmıştır.
Hitler Almanya’sında 1933-1945 arası dönemde yaşadıkları antisemitist zulme karşı Yahudilerin geliştirip oturttukları tarih hassasiyetleri ve sürdürdükleri duyarlılıklarını hatırlamalıyız. Aynı boyut ve ölçekte olmasa da bizim darbelerle örülen travmatik geçmişimize karşı geliştireceğimiz hassasiyet ve sürekliliği sağlayan duyarlılık toplumsal olarak bize bu cendereden çıkış imkânı da tanıyacaktır.
Mücadele sürecini başarıyla tamamlayıp adeta fetihten sonraki imtihan sürecinde mi sıkıntılar baş gösterdi?
Dün uğruna öğrenciliği, memurluğu terk ettiğimiz başörtülerimizin bugün içini dolduramaz mı olduk?
Dün mücadelesini verdiğimiz hak, adalet gibi kavramlar bugün dejenere mi oldu?
Bütün bu soruların muhasebesi elbette ki yapılmalı.
Zaaflarımızdan arınmamız, tutarsız yaşamları terk etmemiz için öncelikle ciddi bir muhasebe yapmak zorundayız.
“Yaptıklarımızı abartmayalım. Abartmak yanlış yorumlamaya ve hadsizliğe sürükler.
Öyleyse asla yaşadıklarımızı ve çabalarımızı abartmayalım bizimle aynı kimliği paylaşan ve aynı cennete talip olduğumuz kardeşlerimizin gerek bu ülkede gerekse ümmet coğrafyasının muhtelif bölgelerinde yaşadıkları sıkıntıları acıları karşılaştıkları korkunç zulümleri göz önünde bulundurmamız gerekmektedir. Bu konuda elde çok fazla tablo mevcuttur.
Bu kıyası hakkaniyetli bir şekilde yaparsak kendimizi abartma ve övünme yanlışına asla düşmeyiz. Şüphesiz ona güzel bir kulluk için dünyayı kötülemek asla gerekmez.
Bilakis dünya, içinde ahiretimizi kazandığımız değerli bir zemindir bizim için.
Ne var ki ölçülü olmak gerekmektedir. Dünyayı imtihan zemini olarak görüp barış ve esenlik ile imar etmek, bir mekânı güzel bir kulluk için vasata dönüştürmek başka, dünyaya yapışıp kalmak ahireti unutarak dünya hayatını ele almak elbette başka şeylerdir.
Yaşadığımız ânı, içinde bulunduğumuz zamanı ve zemini en güzel biçimde değerlendirmek şiarımız olmalıdır.
Sınırlı bir hayat dilimine güzel ve hayırlı bir ömür sıkıştırma çabası; düşünce, eylem ve ilişkilerimize yön vermelidir.
Bizi Rabbimize yakınlaştıracak ameli önemserken Rabbimizden uzaklaştıracak şeylerden de ateşten kaçar gibi kaçmalıyız.
Rabbimiz bizleri, kendisini tüketerek imha edenlerden değil her daim kulluğunun bilincinde olanlardan eylesin.
Zekeriya ŞENGÖZ
İnsan ve Değer Hareketi Genel Başkanı