FİRAVUN

14 Nisan 2025 17:28 Boğaziçi Eğitim Derneği 54

Firavun kelimesi, Eski Mısır dilinde “büyük ev” anlamındaki per’aodan (per‘aâ) gelmektedir. Fir‘avn (çoğulu ferâine) kelimesinin Arapça’ya İbrânîce’den veya Süryânîce’den geçtiği ileri sürülmektedir. XVIII. sülâle dönemi ortalarına kadar firavun Mısır kralının lakabı olarak değil “saray” anlamında kullanılmıştır.

 

Firavun kelimesi, Eski Mısır dilinde “büyük ev” anlamındaki per’aodan (per‘aâ) gelmektedir. Fir‘avn (çoğulu ferâine) kelimesinin Arapça’ya İbrânîce’den veya Süryânîce’den geçtiği ileri sürülmektedir. XVIII. sülâle dönemi ortalarına kadar firavun Mısır kralının lakabı olarak değil “saray” anlamında kullanılmıştır. Eski Mısır inancında firavun hem kral hem de tanrının oğlu ve dolayısıyla tanrıdır. Eski Mısır mitolojisine göre yeryüzünün ilk kralı yer tanrısı Geb (Jeb) idi. Ondan sonra oğlu Oziris Mısır ülkesini idare etmiş, Oziris’in öldürülmesi üzerine krallık onun oğlu olan gök tanrısı Horus’a geçmiştir. Başlangıçta firavunlar, Mısır’ın hükümdarı olan Delta bölgesi tanrısı Oziris’ten geldiklerine inanmakta iken daha sonra Horus firavunların kendisinden geldikleri tanrı niteliğini kazanmış ve firavunlar Horus’un yeryüzündeki temsilcileri sayılmıştır. III. binli yılların başlangıcında Güney Kralı Menes Delta’yı da idaresi altına almış ve Menes’ten başlamak üzere firavunlar Tanrı Horus’un tecessüm etmiş şekli olarak kabul edilmiştir. Bu inanca göre, ölen her firavun Tanrı Oziris’le özdeşleşmekte ve yeni bir hayata başlamakta, halefi olan firavun ise Horus’un himayesine girmektedir.(DİA).

Firavun kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de yetmiş küsür yerde geçmektedir. Bu kelime Hz. Mûsâ dönemindeki Mısır kralını ifade eder. Hz. Yûsuf devrindeki kral için rab ve melik kelimelerini kullanmaktadır. "Ey zindan arkadaşlarım! Biriniz efendisine (rabbine) şarap sunacak; diğeri ise asılacak ve kuşlar onun başından yiyecek. Yorumunu sorduğunuz rüyalardaki durum (bu şekilde) kesinleşmiştir.”(Yûsuf, 12/41)." Kral (melik) dedi ki: “Rüyamda yedi arık ineğin yedi semiz ineği yediğini gördüm. Ayrıca yedi yeşil ve bir o kadar da kuru başak gördüm. Efendiler! Eğer rüya yorumluyorsanız bu rüyamı da bana yorumlayın.”(Yûsuf, 12/43). Firavun Hz. Mûsâ’nın karşısında yer alan, büyüklük taslayan, böbürlenen, ilâhlık iddiasında bulunacak kadar kendini beğenen, Mûsâ’nın tanrısına ulaşmak için kuleler yaptıracak kadar taşkınlık gösteren, halkını küçümseyip zayıfları ezen, gerçeklere sırt çeviren bir kral olarak tasvir edilmektedir. Çeşitli âyetlerin, Firavun’u fert olarak ele almaktan çok onu erkânıyla birlikte zikretmesi dikkat çekicidir. Birçok âyette Firavun’un ailesi (âl-i Fir‘avn), avenesi (mele’), kavmi ve askerleriyle (cünûd) birlikte anılması onun tek bir kişi olmaktan ziyade bir sembol olarak takdim edildiğini göstermektedir. Mûsâ insanlık tarihinde hak, adalet ve sağduyuyu temsil eden nübüvvet zincirinin bir halkasını oluştururken Firavun, Kārûn, Hâmân ve taraftarları bunun karşısında yer alan bir zihniyeti temsil etmektedirler.

Allah’ın peygamberi Hz. Mûsâ’yı dinlememesi, ona karşı gelmesi sebebiyle Firavun ve ailesi yıllarca kıtlık ve ürün azlığıyla imtihan edilmiş (A‘râf 7/130), üzerlerine tûfan, çekirge, haşerat, kurbağalar ve kan gönderilmiştir (A‘râf 7/133). Firavun ve kavminin yaptıkları ve yükselttikleri şeyler yıkılmış (A‘râf 7/137), Firavun ve beraberindekiler denizde boğulmuştur (Bakara 2/50; A‘râf 7/136; Enfâl 8/54). Firavun boğulmak üzere iken iman etmiş, fakat imanı kabul edilmemiştir (Yûnus 10/90). Onun cesedi daha sonra gelenlere bir ibret olmak üzere saklanmıştır (Yûnus 10/92). Mısır’da firavunların cesetleri mumyalanmak suretiyle muhafaza edilmekte idi. Âyetten denizde boğulan bu Firavun’un cesedinin mumyalanmadan, bir mûcize eseri korunmuş olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Cebelein mevkiinde, mumyalanmadığı halde hiç bozulmamış bir ceset bulunmuştur. British Museum’da muhafaza edilen bu cesedin en az 3000 yıllık olduğu tesbit edilmiştir (Ediz, s. 1-4). Hz. Mûsâ’yı evlâtlık olarak alan Firavun’un karısı ise iman etmiştir (Kasas 28/9; Tahrîm 66/11).(DİA).

Firavun ve eşi Âsiye'den hadislerde de bahsedilmektedir. Medine yahudilerinin aşure günü Hz. Mûsâ ile İsrâiloğulları’nın Firavun’un zulüm ve baskısından kurtuldukları gün olarak kabul ettikleri için oruç tutmaları rivayet edilmektedir. Muharrem (âşûrâ) orucu bu şekilde tutulmaya başlanmıştır. Ancak Peygamberimiz yahudilere benzememek için sadece ayın onunda değil, dokuz-on, yahut on-onbir şeklinde iki gün oruç tutmuştur. Hz. Mûsâ dönemi firavunuyla ilgili kitaplarda çok rivayet bulunmaktadır. Firavun Amâlika krallarının unvanıdır. Hz. Yûsuf devrindeki adı Reyyân b. Velîd olan firavun onun sayesinde iman etmiştir. Bundan sonra yerine geçen Kābûs b. Mus‘ab iman etmemiştir. Kābûs’un yerine geçen Ebü’l-Abbas b. Velîd firavunlar içinde en zalimi ve en katı yüreklisidir. Hz. Mûsâ’nın mücadele ettiği firavun da budur. (Elmalılı, I, 347). Rivayete göre firavun gördüğü bir rüyanın yorumuna göre saltanatina son vereceği düşüncesiyle doğan erkek çocuklarının öldürülmesini emretmiştir. Ancak yinede Mûsâ (as)'in yaşamasına engel olamaz hatta onu kendi sarayında annesinin gözetimi altında büyümesini sağlar.

Kur'an, hayrın ve şerrin büyük temsilcilerini, sembol şahsiyetleriyle öne çıkarmakta, onların tarihsel kimlikleri üzerinde faza durmamaktadır; hatta hiç durmamaktadır. Tarihsel kimliğe fazla önem verilmesi, bu kişiliklerin sembolize ettikleri değerlerin (hayır veya şer) gözden kaçırılmasına ve bunun da o değerlere yüklenen anlamların insan hayatında gerektiği gibi algılanmamasına yol açacağı kuşkusuzdur. Kur'an, bu riski önlemek istemiş, hayır ve şerrin sembolü olacak isimlerin tarihsel kimliklerini değil de sembolize ettikleri değerlerin öncüsü olan kimliklerini öne çıkarmıştır. Hatta Kur'an'a göre, bunların tarihsel isimleri bile önemli değildir. Önemli olan, onların ibret yanları yani oynadıkları rol, hayır veya şer adına yaptıkları icraattır. İsimler ve cisimler yok olup gider ama icraat, kavram ve düşünce, ideoloji devam eder. Bundan dolayı son Peygamber Hz.Muhammed hariç, hiçbir peygamberin tarihsel kişiliğine ilişkin güvenilir bir bilgimiz yoktur. Hatta bu Peygamberlerden mezarı net olarak bilineni bile yok gibidir. Kur'an isteseydi bu bilgileri de bize kazandırırdı; ama istememiştir. İşin anlamına, düsüncesine, icraat yanına dikkat çekmiştir. Çünkü akıp giden zaman içinde gelecek kuşaklara boyut kazandıracak olan, düşüncelerin tanınması, onlardan ders çıkarılmasıdır. Kur'an bu derse 'ibret' der ve bütün anlatımlarında bu 'ibret'in üstünde durur.

Hz. Musa zamanında Mısır'ı yöneten kişi Firavun'dur. Firavun zorbalığa yönelmiş, halkını sınıflara ayırmış, ve en zayıf grubu desteklemiştir. Aralarından bir zümreyi (İsrailoğullarını) güçsüz düşürmek için oğullarını boğazlamakta, kızlarını sağ bırakmaktadır. Tam bir bozguncudur (Kasas, 28/4). Hz. Musa böyle bir ortamda, ezilen zümrenin bir üyesi olarak dünyaya geldi. Normal şartlarda hayatta kalabilmesi mümkün değildi. Fakat Allah, zayıf düşürülenlere lütufta bulunmak, önderler yapmak ve zâlimlerin mirasçısı, o yerlerin hakimleri durumuna getirmek istiyordu (Kasas, 28/5-6). Bu iradenin gerçekleşmesi için de Hz. Musa'nın hayatta kalması gerekiyordu. Annesine Musa'yı denize bırakması vahyedildi. Böylece Musa, Allah'ın ve İsrailoğullarının düşmanı olan Firavun'un sarayına getirildi. Firavun ve ailesi, ileride kendilerine düşman olacak çocuğu kendi çocuklarıymış gibi besleyip büyüttü (Kasas, 28, 7-14). Hz. Musa, gençlik çağında bir Kıptînin ölümüne neden olduğu için Mısır'dan kaçarak Medyen'e gitti. Hz. Musa kaçarak ayrıldığı Mısır'a on yıl sonra Allâh'ın Rasulü olarak yeniden dönecektir.

Hz. Musa, Medyen'den dönerken peygamberlikle görevlendirildi (Tâ-Hâ, 20/11-14). Doğrudan Firavun'a gidecek (Ta-Hâ, 20/24), Allah'ın ayetlerini tebliğ edecektir. (Ta-Hâ, 20/42). Firavun’dan İsrailoğullarını serbest bırakmasını, onlara baskı ve işkence yapmamasını isteyecektir. (Tâ-Hâ, 20/47). Firavun, azgın bir zorba (Duhân, 44/31) ve büyüklük taslayan (Ankebût, 29/39) bir hükümdardı. Kavmi de bir zâlimler topluluğu (Şuarâ, 26/10) hâline gelmişti. Firavun, Hz. Musa'nın çağrısına, bütün ayetleri, delilleri ortaya koyduğu halde, büyük bir inatla karşı çıktı. Bu andan itibaren Hz. Musa ile Firavun arasında başlayan büyük mücâdele Kur'an'da ayrıntılı biçimde gözler önüne serilir. Tarih boyunca insanlar mutlaka bir yönetim anlayışına sahip olmuşlardır. Allah (cc) yönetim anlayış ve biçimlerini iki kısma ayırmıştır: Allah’ın Rasûller aracılığıyla indirdiği şeriat ve onu bilmeyenlerin heva ve arzuları. “Sonra seni bir şeriat üzere kıldık. Ona uy. ‘Bilmeyenlerin hevalarına/arzularına uyma". (Casiye,45/18). Kur’an, bu sistemleri ‘cahiliyenin hükmü’ (Maide,5/50) bu sistemleri temsil eden yöneticileri de ‘firavun’ (Zuhruf, 43/51) diye isimlendirmiştir. Her cahiliye sistemi mutlaka kendi firavunlarını üretecektir. İsmi, ırkı, unvanı, cahiliye hükümlerini uygularken kullandığı araçlar farklı olsa da firavunluk, bir zihniyettir ve firavunlar ortak özelliklere sahiptirler. “Demişti ki: ‘Şayet benim dışımda bir ilah edinecek olursan hiç şüphesiz seni, hapse atacağım“ . (Şuara,26/29).

 “(Firavun) yalanladı ve isyan etti. Sonra arkasını döndü (tevhid davetini bitirmek için) çabaladı. Sonra (etbâını, kendine uyanları, adamlarını) topladı ve seslendi: Dedi ki: ‘Ben, sizin en yüce rabbinizim!’” (Naziat, 79/21-24). Görüldüğü gibi Firavun, ilahlık ve rablik iddiasında bulunmakta, kendi dışında ilah edinecek olanları zindana atmakla tehdit etmektedir. Firavun; yaratma, rızık verme, öldürme ve diriltme anlamında bir uluhiyet ve rububiyet iddia etmemektedir. Çünkü Kur’an’ın örnek olarak seçtiği Mısır cahilî sisteminin yöneticisi Firavun, güneş tanrısına ibadet eden bir toplumun yöneticisiydi. Firavun da büyük bir ilahın temsilcisi ve yeryüzündeki veziri olarak kabul ediliyordu. “Firavun’un kavminden önde gelenler demişlerdi ki: ‘Sen, Musa’yı ve kavmini yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar, seni ve ilahlarını terk etsinler diye mi bırakacaksın? (Firavun onları yatıştırmak için) demişti ki: Erkek çocuklarını öldüreceğiz, kadınlarını sağ bırakacağız. Şüphesiz ki biz, onların üzerinde kahredici bir güce sahibiz ”.(Araf, 7/127)  Ayrıca Musa (as) Firavun’un meydan okumalarının (40/Mümin, 36-37) palavra olduğunu, Allah’ı (cc) çok iyi tanıdığını ve yakinen Allah’ı bildiğini belirtmiştir. “Mûsâ şöyle dedi: “Çok iyi biliyorsun ki, bunları birer ibret olmak üzere ancak göklerin ve yerin rabbi indirdi. Ey Firavun! Ben de öyle düşünüyorum ki hakikaten senin işin bitik! ” (İsra, 17/102). Yine o, Musa’nın tevhid davetine iman edilmesine değil, kendisinden izin alınmadan Musa’ya iman etmelerine öfkeleniyor, Musa’nın Firavun’a danışmadan insanları davet ettiği dinin, toplumun akidesini değiştirmesinden ya da yeryüzünde bozgunculuk çıkarmasından korktuğunu söylüyordu. “Firavun: ‘(Ben) size izin vermeden ona iman ettiniz öyle mi? Şüphesiz ki bu (yaptığınız), buranın halkını yurtlarından sürüp çıkarmak için (Musa’yla beraber) tezgahladığınız biz tuzaktır. Pek yakında (yapacaklarımı) bilecek/anlayacaksınız! ” (Araf, 7/123). Düşüncenin bittiği yerde baskı ve zorbalık başlar.

Firavun dedi ki: ‘Bırakın beni Musa’yı öldüreyim! O da Rabbini çağırsın (yardıma). Ben, (Musa’nın) dininizi değiştirmesinden ya da yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum. ”(Mümin, 40/26). Böylece Firavun’un rablik ve ilahlıktan kastının ne olduğunu daha iyi anlıyoruz. O, yönettiği ülkede her şeyin kendisine danışılmasını, insanlar bir şeye inanacaksa ondan izin almaları gerektiğini, toprağa ve üstünde yaşayanlara sahip olduğunu ve her şeyin en iyisine kendi karar vereceğine inanıyordu. Bu özellikler yüce Allah’ın (cc) rububiyet ve uluhiyet sıfatları olduğundan Kur’an, onun bu iddialarını ilahlık ve rablik olarak kabul ediyor, onun kendi kavminin dilinde söylediği sözler müminlere bu cümlede ifade ediliyordu. Allah’ın (cc) mülkünde, O’nun yaratması ve O’nun verdiği uzuvlarla konuşan, buna rağmen mülkün, hükmün ve otoritenin sahibi olduğunu iddia eden her insan bir Firavun’dur. Böyle inanan ve bunu yapmaya çalışan kimse, rububiyet ve uluhiyet iddiasını açıkça dillendirmese de bu iddialarla rablik ve ilahlık taslamış ve atası Firavun’un akıbetini hak etmiş olmaktadır.

"Firavun kavmi içinde seslendi ve dedi ki: ‘Ey kavmim! Mısır’ın mülkü ve şu altımdan akan nehirler bana ait değil mi? Görmüyor musunuz? Yoksa ben, şu basit insandan ve neredeyse kendini ifade edemeyenden daha hayırlı değil miyim? Onun üzerine altından bilezikler atılmalı değil miydi? Ya da onunla beraber meleklerin gelmesi gerekmez miydi? Kavmini hafife aldı/küçümsedi/onursuzlaştırdı, onlar da ona itaat ettiler. Şüphesiz ki onlar, fasık bir topluluktu.” (Zuhruf, 43/51-54). Firavun, doğru bir yol üzere olduğuna kavmini ikna etmeye çalışır, bunun için deliller öne sürer. Bunlarla doğruluğunu ve haklılığını ispatlamaya çalışır. Bunlar; Mülkünün olması, Nil nehrinin sarayının altından geçmesi, Musa’nın (as) dilinde var olan problem ve fakir olması, Allah’ın (cc) Musa ila beraber melek yollamaması vb.gibi. Kendince tüm bunlar Firavun’un hak, Musa’nın batıl yolda olduğunun kanıtlarıdır. Firavun toplumu aptal yerine koymaktadır. Çünkü onların bu basitliklere inanacağını ve kendisine itaat edeceklerini düşünmektedir. Onları sihirbazlarla oyalayan, yaratılış gayelerini unutturan, kendi büyüklüğüne dair uydurulan hurafelere inanmalarını sağlayan ve tüm bunlardan önemlisi onları kötülük ve pisliklere dayalı, fasık bir hayatla aptallaştıran Firavun’dur. Nihayetinde İsrailoğullarını köleleştirip kendisine itaat ettirmeyi de başarmıştır.

Kur'an'a göre zalim ve zorba toplumların en temel özelliği Allah'ı ve hakimiyetini reddetmeleridir. Firavun'un ilâhlık ve rablık iddiası, gerçekte Allah'ı ya da o toplumda varlığı kabul edilen ilahları yok saydığını değil; yeryüzünde kendisinden başka itaat edilecek, kanun koyacak, yönetecek güç tanımadığını ifade eder. Allah'ın hakimiyetini ve ilahî kanunları reddeden toplum, bu yetkiyi ister Firavun örneğindeki gibi tek kişiye, isterse belli bir topluluğa, bir sınıfa tanısın sonuç değişmez. Firavun'un, içinden akan ırmaklara varıncaya kadar bütün Mısır mülkünün kendisine ait olduğu yolundaki sözleri Firavunî toplumların başka bir özelliğini gösterir. Bu tür toplumlarda mülk Allah'ın değil hakim gücün sayılır. Hakim güç, mülk üzerinde dilediği gibi tasarruf hakkına sahiptir. Bu mülkiyet ve tasarruf anlayışının doğal sonucu olarak belli bir azınlık servet içinde yüzerken büyük halk çoğunluğu açlık ve sefalet içinde kıvranır. Firavun'un, böylesine mutlak bir hâkimiyet ve mâlikiyeti yalnız başına sürdürmesi mümkün değildir. Bu nedenle Kur'an Firavun ile birlikte "mele" adını verdiği işbirlikçilerine de dikkat çeker. Bugünkü karşılıkları ile söylenirse "mele", büyük sermaye sahipleri, meclis üyeleri, yüksek rütbeli subaylar, üst düzey yönetici ve bürokratlar halkı etkileme ve yönlendirme imkânına sahip aydın, sanatçı, din adamı ve benzeri kişilerden oluşan topluluktur. Bunlar, Firavun'un, firavunî düzenlerin kendilerine sağladıkları çıkarlar karşılığında onun hâkimiyetinin sürmesine yardım ederler.

Despot, zorba, firavunî düzenler yapıları gereği varlıklarını ancak zulüm ve zorbalıkla sürdürebilirler. Adâlet, eşitlik, insan hak ve özgürlükleri bu tür düzenler için hiçbir anlam ifade etmez. Toplumda her şey düzenin korunması ve sürdürülmesi amacına uygun biçimde düzenlenir. Tıpkı Firavun'un Mısır'ındaki gibi toplum çeşitli sınıflara bölünür; özellikle düzen için tehlikeli görülen unsurlar baskı ve zulümlerle zayıf düşürülür; gerektiğinde erkek çocuklarının öldürülmesi gibi yöntemlerle hem nüfus planlaması hem de karşısında güç oluşmaması sağlanır. Peygamberler ya da onların takipçisi müminler tarafından adâlet, özgürlük, insanca yaşama adına yapılan her çağrı Firavun ve melesi için mülk, saltanat ve hakimiyetlerine yönelik bir saldırı anlamına geleceğinden hemen susturulması gerekir. Firavun'un Hz. Musa'nın daveti karşısındaki tutumu, firavunî düzenlerin bu yolda uygulayacakları bütün yöntemlerin bir özetini verir: Psikolojik baskı, daveti etkisiz kılacak karşı propaganda, suçlama, hapis ve öldürme tehditleri ve uygulamaları, çeşitli baskı, işkenceler ve nihayet soykırım.

Ancak şunu da unutmamalıyız ki, Allah zulmün devam etmesine müsaade etmiyor. Bu tür despot yönetimler mutlaka yok olup giderler. Bunların varlıklarını devam ettirmelerinin nedeni toplumların bunlara itâat etmesidir. Korkularından dolayı insanlar bu zalimlere itaat etmişlerdir. Toplumun itaati bunların azgınlaşmasına, yeryüzünde rablik ve ilahlık iddiasında bulunacak kadar taşkınlık yapmasını sağlamıştır. Ancak yinede istemedikleri sonla karşılaşmışlardır. Onlar, galip ve güçlü olanın yakalayışı ile yakalanır (Kamer, 54/42) ve azabın en kötüsü ile kuşatılırlar (Mü'min, 40/55). Sonunda bütün yaptıklarının intikamı alınır ve hepsi boğulur, yok olup giderler (Zuhruf, 43/55). Ahiretteki durumları ise daha da kötüdür. Onlar azabın en şiddetlisine sokulurlar (Mü'min, 40/46). Hz. Musa ve müminler ise imanlarının, sabır ve mücâdelelerinin bir ödülü olarak esenliğe çıkar, Firavun ve işbirlikçilerinin mülküne vâris ve hakim olurlar.

Hüseyin KUBAT

 

Yorum Ekle

İlk Yorumlayan Siz Olun!
  • Etiketler
Boğaziçi Eğitim Derneği

Boğaziği Eğitim Derneği Kurumsal Web sitesi.

Boğaziçi Eğitim Derneği

İstiklal Mah. Hamikoğlu Sok. No:16
44320 Battalgazi / Malatya

Dernek Yazılımı: Medya İnternet™ - Dernek Sitesi Kulga © Tüm Hakları Saklıdır.