NAZAR

18 Nisan 2025 16:25 Boğaziçi Eğitim Derneği 18

Nazar lügatte; bir şeyi görmek ve idrak etmek/anlamak için göz ve basiretin yönelmesidir. Bununla düşünme ve derinliğine inceleme ve düşünmeden sonra marifetin/bilginin elde edilmesi istenir. (Rağıb, el-Müfredat, 5.497-498). Asıl anlamı “gözle bakmak” olan nazar, “kalp gözüyle bakmak, düşünmek” mânasında kullanıldığı gibi “bir şey hakkında tefekküre dalmak, nazarî araştırmalarda bulunmak” anlamına da gelir.

 NAZAR

(Derinlemesine İnceleme Ve Araştırma)

Nazar lügatte; bir şeyi görmek ve idrak etmek/anlamak için göz ve basiretin yönelmesidir. Bununla düşünme ve derinliğine inceleme ve düşünmeden sonra marifetin/bilginin elde edilmesi istenir. (Rağıb, el-Müfredat, 5.497-498). Asıl anlamı gözle bakmak olan nazar, kalp gözüyle bakmak, düşünmek mânasında kullanıldığı gibi bir şey hakkında tefekküre dalmak, nazarî araştırmalarda bulunmak anlamına da gelir.

Kuran insanlardan; etrafındaki; kâinattaki eşyaya hatta bizzat kâinata ve kendi nefsine de ibret nazarıyla bakmasını tavsiye eder. Sadece görmek için insanın nazarını/dikkatini eşya üzerine çekmez. Zira "bilinmeyeni elde etmek için bilinenleri belli bir kaideye göre sıralamak "(Nureddin es-Sabun!, el-Bidaye, s.211) gerekmektedir. Böylece eşyanın sebep ve hikmetini anlamış olsun. Çünkü Allah'ın yarattığı her şeyde bir sebep ve hikmet vardır. Allah gereksiz, anlamsız yani, abesle iştigal etmekten, meşgul olmaktan münezzehtir.

Hüseyin Atay, nazarı şöyle tarif etmektedir: "Nazar, düşünmektir; düşünmek muhakemedir; muhakeme birkaç bilgiyi bir anda zihni bir işleme tabi tutmak yani; birkaç bilgiyi birbiri ile karşılaştırmak, denkleştirip bir sonuca varmaktır. Bu birkaç bilgiyi bir anda elde etmek imkânsız olacağından onlardan ilk anda bir tanesini, sonra ikinciyi ve üçüncüyü elde etmek gerekir." (Hüseyin Atay, "Bilgi Teorisi" A. Ü. ilahiyat Fak. Dergisi, c. XXiX, s.5).

Kur'an kâinattaki ayetler üzerine dikkatleri çekmekle birlikte, onlar hakkında tafsilatlı bilgi vermez. Onları insanın kendi araştırmasına, incelemesine ve aklını kullanmasına bırakır. Yani müşahede ettiği varlıklar üzerinde insanı tefekküre davet eder. Böylece Kur'an, düşünmenin müşahedenin üstünde olduğunu ortaya koymaktadır. Ayrıca, insanın bütün varlıklar üzerinde gözlem yapmasını ister. Eşyanın/varlıkların yanından körü körüne geçmeyi hoş karşılamaz. Sadece görmek için insanın dikkatini eşya üzerine çekmez. Eşyanın künhünü araştırmayı, nasıl ve niçin var olduğunu gözlemlemenin gerekliliğini vurgular.

Kur'an'a göre asıl körlük, kafa gözlerinin körlüğü değil kalp gözlerinin körlüğüdür. Allah Teâla kâfirleri tavsif ederken; "And olsun, cehennem için birçok cin ve insan yarattık ki kalpleri var, fakat onlarla anlamazlar; gözleri var, fakat onlarla görmezler; kulakları var, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapık… ve işte gafiller onlardır. ( A'raf, 7/179)  buyurmaktadır.  

Kur'an bütün kâfirlerin kör olduğunu, maddi hiçbir şeyi de göremediklerini söylemiyor. Onların görmedikleri eşyanın esası, illeti, eşyanın gerisidir. Kur'an'a göre asıl görmekte budur. Yoksa eşyayı sadece maddi olarak görüp onun, niçin ve nasıl var olduğunu düşünmemek değildir. Bu yüzden Kur'an kâfirler için "gözleri vardır, fakat onlarla görmezler" demektedir.

"De ki: “Bir bakın da görün, göklerde ve yerde neler var?” Fakat iman etmeyecek topluma ne o kanıtların ne de uyarıların yararı olabilir." (Yûnus 10/101). Nitekim bu  âyette hem yer ve göklerdekilere ibret gözüyle bakılması istenmekte hem de bu tür kanıtların ve peygamberler tarafından yapılan uyarıların, aklını doğru istikamette işletmediği için iman yeteneğini yitirenlere fayda etmeyeceği belirtilmekte, böylece inanmayanı buna zorlamanın faydasız olduğuna dair bir psikolojik tahlil yapılmış olmaktadır.

"Andolsun biz gökte yıldız kümeleri oluşturduk ve seyredenler için ona güzel bir görünüm verdik." (Hicr 15/16). Bu âyetin metnindeki burûc kelimesinin tekili olan burc (burç), sözlükte “yüksek köşk” anlamına gelmektedir. Ayrıca kalelerin kulelerine burç denildiği gibi, klasik astronomi terimi olarak güneşin bir yılda takip ettiği düşünülen yörüngenin içlerinden geçtiği, belli sembollerle gösterilen on iki takım yıldızından her biri için de burç kelimesi kullanılmaktadır. Allah gökteki yıldız kümeleri üzerinde ayrıntılı bir şekilde düşünmenizi ve araştırmalar yapmamızı istemektedir. Bu yıldız kümelerindeki inceliği ve güzelliği görmek için derinlemesine incelemek gerektiği vurgulanmaktadır. Yüzeysel bir bakış olayın esasını ve önemini anlamayı sağlamaz. Dolayısıyla eşyayı ve olayları incelemek her zaman daha faydalı olacaktır.

"Andolsun ki biz her ümmete, “Allah’a kulluk edin, sahte tanrılardan uzak durun” diyen bir elçi gönderdik. Onlardan kimini Allah doğru yola iletti, kimileri de saptırılmayı hak ettiler. Yeryüzünü dolaşın da hak dini yalanlayanların âkıbetinin ne olduğunu görün." (Nahl 16/36). Allah her millete, geniş insan topluluğuna bir elçi göndermiştir; bunun da gayesi sadece âyetteki öz ifadesiyle, “Allah’a kulluk edip sahte tanrılardan, tağuttan uzak durmak”tır. Çünkü dinin özü ve peygamberler gönderilmesinin ana gayesi tevhiddir; kulluğun özü de Allah’ın birliği ilkesini zedeleyecek her türlü inanç, düşünce ve davranıştan titizlikle kaçınmaktır. Allah’ın peygamberler gönderdiği milletlerden kimi, peygamberlerinin kendilerine duyurduğu ilâhî hakikatler karşısında iyi niyetli ve ön yargısız tutumları sayesinde Allah’ın hidayetine mazhar olmuş; kimi de –bir kısım Mekke putperestlerinin yaptıkları gibi– daha baştan peygamber ve vahiy karşısında sergiledikleri inkârcı, inatçı ve uzlaşmaz tutumları yüzünden yanlış yolda kalmışlardır. Ve peygamberlere karşı koyan toplumların hepsi helak olmuştur. Hak ve hakikatle savaşılmaz. Hak ve hakikati kabûl etmek gerekir. Karşı koyanlar mutlaka eninde sonunda mağlup olacaklardır.

"Baksana, biz insanların kimini kiminden nasıl farklı kılmışızdır. Elbette âhiretteki dereceler ve farklılıklar daha büyük olacaktır."(İsrâ  17/21). Genel anlamda çeşitlilik güzeldir; insan hayatı da böyledir. Allah Teâlâ, –başka hikmetler yanında– insanlar arasında değişik yönlerden farklılıklar, çeşitlilikler olmasını da dilemiştir. Kimi yaşlı kimi genç, kimi sağlıklı kimi hasta, kimi zengin kimi yoksul, kimi inançlı kimi inançsız, kimi erdemli kimi erdemsiz, kimi akıllı kimi ahmak... Âyet, âhirette farklılıkların daha da fazla olacağını bildirmekle beraber hangi bakımlardan olacağı hakkında ayrıntı vermemektedir. Âhiret akılla kavranamayacağı için bu hususta âyetlerin ve sahih hadislerin bildirdiklerinin ötesinde görüş belirtmek yerine buralarda bildirilenlere iman etmekle yetinmek en uygun yoldur. "Bak işte, senin hakkında ne türlü benzetmeler yapıyorlar! Böylece yoldan saptılar, bir daha da doğru yolu bulamıyorlar." (İsrâ  17/48). Müşrikler Peygamber efendimiz için “şair, kâhin, mecnun, büyülenmiş” gibi haksız benzetmeler yapıyor, bir takım isnatlarda bulunuyorlardı. Âyet, gerçekler karşısında bu şekilde tavır takınan bir insanın hidayete, doğru yola ulaşmasının mümkün olmadığına işaret etmektedir. Olaylara şartlı bakmak gerçeği görmeye engeldir. Müslümanların olaylara şartlı yaklaşmaması, olayın aslını, esasını araştırdıktan sonra karar vermesi gerektiğini belirtilmektedir.

"Gör işte, senin hakkında ne tür yakıştırmalarda bulundular! Bu şekilde yoldan çıkmış bulunuyorlar, artık bir daha da doğru yolu bulamayacaklar."(Furkan 25/9). Kur’ân-ı Kerîm’de “yoldan çıkma”nın karşılığı "dalâlet", “doğru yolu bulma”nın karşılığı da "hidayet" kavramlarıdır. Dalâletin asıl anlamı, çölde yolculuk yapanın yolunu kaybetmesi; hidayet ise, doğru yolu izlemesi veya yolunu kaybetmişken bir rehberin yardımıyla tekrar doğru yolu bulmasıdır. Buna göre inkârcıların, Kur’an’ı Hz. Muhammed’in uydurduğu, onun peygamberlik nitelikleri taşımadığı, büyülenmiş biri olduğu gibi iddiaları âyette çölde yolunu kaybetmeye benzetilmekte; böyle davrandıkları sürece doğru yolu da bulamayacakları ifade edilmektedir. Bir önceki âyet, sekizinci âyette bildirildiğine göre Hz. Peygamber’in düşmanları, onun özel hazinelere, mülklere sahip olması gerektiğini savunuyor, bunların bulunmayışını peygamberlik davasını boşa çıkaran bir eksiklik olarak göstermeye çalışıyorlardı. Onuncu âyete göre yüce Allah dilerse rasulüne maddî nimetler olarak onların söylediklerinden daha güzellerini de verir, bunu önleyebilecek hiçbir güç yoktur; buna rağmen eğer vermemişse peygamberi için böylesini daha uygun gördüğünden dolayı vermemiştir.

Allah, dilerse birine her türlü ilim ve mârifetin kapılarını açarken dünyalık kapılarını da kapar; başkasına da bunun aksini uygun görür. Rasulü Muhammed’e de vahiy ve nübüvvet kapılarını açmış, buna karşılık dünyevî nimetlerinden yararlanma imkânını kısıtlamıştır. Kimin için neyin hayırlı olduğunu ancak Allah bilir. Bu sebeple –Mekkeli putperestlerin kanaatlerinin aksine– insanlar, sahip oldukları maddî nimetlerin çokluğuna göre değil; iman, ilim, irfan, ahlâk, iyi niyet ve güzel işler gibi konulardaki mânevî mertebelerine göre değerlendirilmelidir. Dikkat edilirse, olay yüzeysel olarak değerlendirilirildiğinde doğruya ulaşmak pek mümkün olmuyor. Hâlbuki olay daha detaylı ve daha etraflıca değerlendirilirse, hem olayın inceliklerini kavramak hem de doğruya ulaşmak mümkün olmaktadır.

Hüseyin KUBAT

Yorum Ekle

İlk Yorumlayan Siz Olun!
  • Etiketler
Boğaziçi Eğitim Derneği

Boğaziği Eğitim Derneği Kurumsal Web sitesi.

Boğaziçi Eğitim Derneği

İstiklal Mah. Hamikoğlu Sok. No:16
44320 Battalgazi / Malatya

Dernek Yazılımı: Medya İnternet™ - Dernek Sitesi Kulga © Tüm Hakları Saklıdır.