Tarih yaşanmış geçmiş ya da geçmişi inceleyen sosyal bir bilim dalı olarak insanların merakını her daim celp etmiştir.
Tarih, bizde genelde övgü ve sövgü üzerinden yazılmakta ve anlatılmaktadır. Bir kısım tarihçiler II. Abdülhamid’i “gök sultan” olarak anlatırken bir kısmı ise onu “kızıl sultan” olarak anlatmaktadır. Şüphesiz ki bu bakış açısı “tarih yoktur, tarihçi vardır” sözünü haklı kılmaktadır çünkü tarihi olaylar tarihçilerin zihinlerinden bize yansıyanlardan başka bir şey değildir. Bu durumda ne kadar tarihçi varsa o kadar da bakış açısı olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır ki bu ise tarihi tamamen bir keşmekeşe döndürmektedir.
Peki, bir Müslüman olarak bizler tarihe nasıl bakmalıyız?
İslam’ın tarihe nasıl baktığını anlayabilmek için tarihin öznesi olan insanı, İslam’ın nasıl tanımladığına bakmak gerekir.
Batının indirgemeci bir yaklaşımla insanı konuşan, alet yapan, düşünen hayvana indirgemesine karşın İslam insanı, “yeryüzünde ne varsa hepsini insan emrine sunmuştur” bununla birlikte insan dilediğini yapabilecek bir hürriyete de sahip değildir. İnsan ve cinler diğer yaratılmışlardan farklı olarak akıl ve irade ile yaratılmışlar ve bunun neticesinde vahye muhatap olarak yaptıkları eylemlerden sorumlu tutulmuşlardır. İnsanın irade sahibi olup halife olarak görevlendirilmesi, insanlık sahnesinde alacağı rol ile yaratılmışların en üstünü ya da aşağıların aşağısı olma yoluna girmesi tevhit ve şirk mücadelesini de başlatmıştır.
Bu mücadelede nesne değil, özne olmak isteyen; beşer değil insan olarak hayat sahnesinde rol alıp geleceği inşa etmeye aday İslami hareketlerin sağlam bir gelecek kurmalarının yolu sağlıklı bir geçmiş tasavvuruna sahip olmaktan geçer. Sağlıklı bir geçmiş tasavvuruna sahip olan insan tarihin hapsedici özelliğinden, ona saplanıp kalmaktan korunmuş olur. Tarihin bu hapsedici özelliğini Kur’an birçok ayette şu şekilde ifade etmektedir. Onlara bir uyarıcı geldiğinde… Bize atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey yeter derler… Yani atalarından gördüklerini/duyduklarını hakikat sanıp hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadıkları, ezberlerin peşinde koşarlar ve bu ezberleri kutsarlar…
Tarihin ana eksenini şüphesiz hak-batıl mücadelesi oluşturur ve bu mücadelenin temeli Âdem’in iki oğluna yani Habil ve Kabile uzanır. Onların vahiy karşısındaki tutumları tarihin ilk kırılma noktasını/ kutuplaşmayı beraberinde getirmiştir. Kabilin hakkına razı olmaması Allah’ın koymuş olduğu sınırları aşması sonucu yeryüzünde ilk kan dökülmüş ve böylece yeryüzü ifsat olmaya başlamıştır. Bu bozulmaya son vermek için Allah birçok peygamber göndermiştir ( bir rivayete göre 124.000). Vahiy cephesinde peygamberlerin yanında saf tutanlar yücelirken tuğyanda (haddi aşmada) ısrar edenler helak olarak tarihin derinliklerine gömülmüşlerdir.
İnsan ve vahiy dışında, doğru bir tarih algısının oluşmasında olmazsa olmazlarımızdan biride şüphesiz ki olaylara eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmamızdır. Vahiy, tevhit mücadelesinde aktör konumunda olan peygamberlerin de hata yapabileceği gerçeğine dikkat çekerek tarihi sorgulamayı kutsamamayı bize öğretmiştir. Örneğin Hz. Âdem’in yasak meyveden yemesi, Yunus peygamberin mücadele alanını terk etmesi, Resulullah’ı Abese suresinde uyarması vs. sayılabilir.
Solcuların tarihi döngüsel olarak, Hristiyanların ise çizgisel olarak açıklamasına karşın İslam tarihin inişli ve çıkışlı bir serüvene sahip olduğu gerçeğine dikkat çeker. Bu iniş ve çıkışlarında, toplumların vahye uyup uymamalarıyla ilişkili olduğunu ifade eder. “Bir kavim kendi özünde olanı değiştirmedikçe Allah o toplumu değiştirmez” diyerek tarihin öznesi olmanın, vahyin ışığında mümkün olacağını bize öğretir.
Her ideoloji kendine tarihten yer arar ve kendini oraya bağlama gereği duyar. İslam’da, mesajını insanlara ulaştırırken, bu davada ilk ve yalnız olmadıkları, davanın insanlık tarihi kadar eski olduğu gerçeğine dikkat çeker.(Ahkaf suresi/9) Yahudilerin kendilerini Hz. İbrahim’e nispet etmelerini de eleştirir. Öyleyse Müslümanların hak-batıl mücadelesinin tarihi seyrini iyi tahlil etmeleri, bu mücadelenin her devirde benzerlikler arz ettiğini görerek, geleceği bu bilinçle inşa etmeleri gerekir.
Tarih önceden belirlenmiş bir senaryo değildir. İlerlemek ve gerilemek toplumların vahye karşı duruşlarıyla alakalıdır. Kalk ve uyar! Emrini alıp hareket halinde olanlar ancak geleceği inşa edebilirler. Mehdi bekleyenlerin, işi başkalarına atanların, Reis nasıl olsa bu işleri halleder diyenlerin ise tarihi inşa etmeleri beklenemez.
Geçmişi doğru anlayarak, geleceği inşa etmeye aday kesimlerin Kur’an kıssalarını iyi anlamaları gerekir. Bu kıssaları Mekkeli müşriklerin eskilerin masalları olarak nitelemesi gibi değil, aksine Hz. Âdem’den, Hz. Muhammed’e (a.s) ve oradan da kıyamete dek sürecek bir mücadele safhası olarak görmeli ve kendini buna göre konumlandırmaları gerekir.
Kuran kıssalarının amacı bize tarihi malumat vermek değildir. İbrahim-Nemrut ve Musa-firavun kıssaları egemen güçlerle mücadele fıkhını, Bahçe Sahipleri kıssasında mülk ile olan ilişkimizi, Ashab-ı Kehf kıssasında ise iman ve samimiyeti, Salih Kul kıssasında birlikte yola çıkma fıkhını yani yol arkadaşlığını, Yusuf kıssasında kardeşleri tarafından kuyaya atılan birinin iktidarı ele geçirdiğinde nasıl tavır sergilemesi gerektiği mesajları verilir.
Tarihi süreç, geleceğe emin adımlarla yürümemize vesile olduğu gibi bireysel arınma ve şahsiyetin inşası sürecini de içerir.
Toparlayacak olursak; insan-vahiy ilişkisi inançlarımızı ve bu inançlarımız davranışlarımıza yön verir. Davranış biçimlerimiz olayları, olaylar ise zaman içerisinde olguları oluşturur. Tarihi süreci anlamak ise insan davranışlarına yön veren temel etkenleri bilmekle mümkündür. Vahiy anlaşılırsa, onun inşa ettiği/etmek istediği toplumun parametreleri de anlaşılmış olur. Bu parametreler ile geçmişte iz sürülebilir ve geçmişle gelecek arasında sağlıklı bir köprü kurulabilir.