“İçinizde, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (Ali İmran Suresi 104) diyor Allah, Ayet-i Kerime’de…
Kurtuluşun reçetesini beyan ediyor yani…
Nefsin bataklıktan, neslin ifsaddan, arzın kaostan kurtuluş reçetesi…
Bencilliği, bireyselciliği, bananeciliği, pasif iyiliği bitirmenin reçetesi…
Diğergamlığın, kardeşliğin, Muhsin olmanın, Salih olmanın, ümmetçi olmanın dermanı, reçetesi… Bugün insanlığın içine düştüğü buhranın, bunalımın, yozlaşmanın, zalimleşmenin çözümü, dermanı, reçetesi…
… DAVET…
Onunla insan yolunu buldu, Rabbini bildi, yanlışını sildi…
Onunla insan, şeytanileşmekten kurtuldu da yeniden insan oldu…
Öyle güçlü ve tesirli bir reçeteyi ki o, Allah farklı zaman ve mekanlarda insanoğlu içinden en layık olanlarını onunla vazifelendirdi…
Adına Peygamber dediğimiz o vazifeliler de geldikleri zaman ve mekana uygun şeriatlarıyla vazifelerinin hakkını vermek için ölesiye gayret sarf ettiler…
Çünkü vazife kıymetliydi, kıymetine halel getirmemek gerekiyordu.
Ertelenemezdi, ötelenemezdi, savsaklanamazdı, hele hele terk edilemezdi…
Çünkü vazifenin sahibi, arşın ve arzın ve her ikisi arasındakilerin sahibi, Malikül Mülk olan Allah’tı.
Bugün olmaz yarın bakarım denilemezdi, gönlüm istediğinde yapar, istemediğinde bırakırım denilemezdi…
Ben kendimi kurtarayım da gerisinin canı… denilemezdi…
Bu bilinçle öyle bir sarıldılar ki vazifeye… Bin yıl sürdü bırakmadılar…
Alaya alındılar, eziyet gördüler vazgeçmediler…
Boykota uğradılar, vatanından sürgün edildiler, geri dönmediler…
Kiminin babası, kiminin eşi, kiminin oğlu inanmadı, yıkılmadılar…
En nihayet suikaste uğradılar, testereyle başlarını verdiler ama zerre ödün vermediler…
En kritik zamanlarda yapılan tekliflere maslahat gözeteyim demeyip, “sağ elime güneşi, sol elime ayı da verseniz ben bu davadan vazgeçmem” dediler…
“Zindan bana, bunların benden istediklerinden daha hayırlıdır.” dediler…
Daveti her daim şiar edindiler, dava adamları yetiştirdiler…
Davetçi misyonu, davetçi vizyonu oluşturdular…
Öyle bir vizyon ki, rahat döşek yüzü görmeyecek sırtın, gecen olmayacak, gündüzün olmayacak…
Gözyaşlarınla sulayacaksın seccadeni geceler boyu…
Çaydanlığın fokurdaması gibi, hıçkırmalarınla bezeyeceksin geceyi, yalvaracaksın Rabbine mağfiret için ama sade kendin için değil belki daha çok da ötekiler için…
Öyle bir davet vizyonu, öyle bir davetçi vizyonu ortaya koydular ardıllarına ilk öğretmenler ve çekilip gittiler… İyi de öğrettiler…
Öyle bir öğrettiler ki bu davet şuurunu…
Hayat biçimine dönüştü.. Yaşam modeli oldu…
Onu kuşananlar; parladılar, paslanmış yürekleri parlattılar…
Yıldızlaştılar, zifiri karanlığın feneri oldular…
Önder oldular, maruf olanın önünü açtılar…
Öyle bir şuur ki senin de muhattabının da Cenneti o davetten geçiyor.
Peygamberlik zincirinin son halkası, hatemül enbiyanın aşıladığı o şuurla yetişti Bilaller, Ammarlar.
O şuurla yetişti Sühebler, Selmanlar, Abdullah İbn-i Mesudlar…
Bakın o bilinç ne unutulmaz yaşanmışlıklar ortaya koydu…
Çöl gündüzlerinin dayanılmaz sıcağı altında günlerce süren onca eziyete, işkenceye karşılık “Allah birdir.” cevabından başka bir şey demedi Habeşli Bilal…
Yeni inen ayetleri Kabenin yanıbaşında oturan müşriklere kim okuyacak dediğinde, herkesten önce atılıp “Ben giderim ya Rasullallah” deyip çekinmeden, korkmadan vazifesini yerine getiren, bayılıncaya kadar yediği dayaklardan sonra, zafer kazanmış komutan edasıyla arkadaşlarının yanına dönen Abdullah İbn-i Mesud, ikinci defa kim gidecek diye sorulduğunda ilk seferki heyecan ve kıvraklıkla yine ben diyecekti…
İşte bu dava bilinci ile oluştu Asr-ı Saadet…
Bu dava bilinciyle nura devr olundu zulmet…
Sadece Asrı Saadette mi vardı bu dava bilinci… Tabii ki hayır… Bu bilinç çağlar aştı, mekanlar dolaştı, yeni erlerin hayatlarına ulaştı. Onların saflıklarında, samimiyetlerinde, fedakarlıklarında yeniden hayat buldu.
Aynı bilinçle Hasan El Bennalar, Seyyid Kutublar, Aliyalar, Malik El Şahbazlar… yetişti.
Bakın Bosna’nın Bilge adamı Aliyaya…
Yıllarca hapiste kalmış, aileden uzak yıllar…
Bir gece salıverilince koştuğu ilk yer evi, annesi, ailesi değil, koştuğu ilk yer dava arkadaşlarının bulunduğu dernek binası…
Kurduğu ilk cümle: Ben artık dışarıdayım, Dava da bana düşen görev nedir öğrenmeye geldim…
Önce ailem değil, yarın uğrarım, günler torbaya mı girdi değil…
Allah’ın davası her şeyden öndedir ve beklemez şuuru…
Bakın Hasan El Benna’ya ve arkadaşlarının dava şuuruna…
İhvan ilk kurulduğunda adanmış altı kişilik ekip, Hasan el Benna’nın öncülüğünde her hafta bir evde ders yapıyor, ümmetin sorunlarını konuşuyor ve kararlar alıyorlar. Bir akşam dokuz yıllık evlilikten sonra bir kız çocuğu dünyaya gelen İsmail’in evinde toplanmış, ders yapıyorlar. Dersin sonunda İsmail, dava arkadaşlarına tatlı ikramında bulunuyor. Hasan el Benna ve arkadaşları evden ayrılırken İsmail, Hasan el Benna’nın elinden tutup: “Üstad, arkadaşlara yarın cenazeye gelmeleri için haber verir misin, kızım öldü.” diyor. Hasan el Benna: “İsmail kızın ne zaman öldü?” deyince İsmail: “Üstad biz içeride toplantı yaparken.” diyor. Hasan el Benna: “İsmail bize niye haber vermedin, biz içeride tatlı yedik.” deyince, İsmail: “Üstad, kızım öldü; davam değil.” diyerek, zalim firavun sistemlerini kökünden sallayacak bir hareketin hangi evlerde, hangi fedâkarlıklarla kurulacağı şuurunu koyuyor ortaya…
Böyle bir şuur ve adanmışlıkla yola çıkılınca, Allah sesinizi, sözünüzü, çabanızı, muvaffakiyetinizi artırmaz mı?
Şimdi geldiğimiz noktada şikayetçi oluyoruz ya her şeyden…
Zulümden, haksız kazançtan, bireyselleşmekten, dünyevileşmekten, helal haramı ayırt edememekten…
Zinanın yayılmasından, fahşanın çoğalmasından, ne idüğü belirsizlerin etrafımızda çok görünmesinden…
Şikayet, şikayet hep şikayet…
Peki sormayalım mı kendimize?
Ne oldu bize? Ne zaman, nasıl ve niçin böyle oldu diye…
Anlayabiliyor musunuz şimdi dünyanın, insanlığın neden bu kadar çirkinleştiğini, çirkefleştiğini ve Müslümanların gerilemesiyle dünyanın neler kaybettiğini…
Reçetemizi kaybettik, ya da onu kullanmayı unuttuk…
Daveti bıraktık, dava adamları yetiştiremedik…
Saflığımızı, samimiyetimizi yitirdik.
Adanmışlığımızı, hasbiliğimizi kaybettik…
O yüzden insanlık hasta, kötüler, kötülükler çoğalmakta…
Ne yapmalı o halde?
Eşrefi Mahlukatız biz, Şeytanilere, Tağutilere ve bilimum kötülere alanı tek etmeyiz, edemeyiz biz…
Ye’se kapılmayacak, Malatyalıların tabiriyle teze Bismillah diyeceğiz önce…
Hasbi olarak nefsimizi bir muhasabeye tabi tutacağız.
Adanmışlığımızı yeniden kuşanacak, terk ettiğimiz Darul Erkamlarımıza geri döneceğiz ve “Geldim, Bana düşen görev nedir?”, “Taşınacak suyu, kırılacak odunu gösterin.” diyeceğiz.
Daveti şiar edinecek, dava adamlığı bilincini yeniden yükleneceğiz…
“Bu davanın emeklisi olmaz ancak rahmetlisi olur” diyerek münkere boş alan bırakmayacağız.
Ve indirdiğimiz en güçlü silahımızı, Duayı yeniden dilimize alacağız.
Davamızı, davetimizi dualarımızla besleyeceğiz…
Görün o zaman nasıl geliyor bir inkılab