Fazîlet kelimesinin türetildiği fazl kelimesi masdar olarak “artmak, fazlalaşmak, üstün olmak”, isim olarak ise “eksikliğin (naks) zıddı, artık, fazlalık, ihsan” gibi mânalara gelir. Klasik sözlüklerde fazlın ileri derecesine fazilet dendiği belirtilmiştir (Lisânü’l-ʿArab, “fżl” md.; Fîrûzâbâdî, el-Ḳāmûsü’l-muḥîṭ, “fżl” md.; Tâcü’l-ʿarûs, “fżl” md.). Râgıb el-İsfahânî, felsefe kültürünün geliştirdiği anlayışın etkisiyle fazilet terimini “insanın başkalarından üstün ve imtiyazlı olmasını sağlayan durum, kişiyi mutluluğa götüren şey” diye tarif etmiş ve bunun zıddına rezîlet denildiğini belirtmiştir. ( Mustafa Çağırıcı, Fazîlet md.)
Fazilet, insanın iyilik yapmasını ve kötülükten uzak durmasını sağlayan ruhî yetenekler için kullanılan bir ahlâk terimidir. Fazîlet kelimesinin türetildiği fazl kelimesi masdar olarak “artmak, fazlalaşmak, üstün olmak”, isim olarak ise “eksikliğin (naks) zıddı, artık, fazlalık, ihsan” gibi mânalara gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de adalet, itidal, hoşgörü, ülfet, kardeşlik ve dostluk, doğruluk ve dürüstlük, azim ve sebat, sevgi ve dayanışma, barışçılık, cömertlik, tövbe-istiğfar, tevekkül, kanaatkârlık, itaat ve teslimiyet, hikmet, hayırda yarışma, insanlara yumuşak davranma, ölçü ve tartıda hile yapmama, selâmlaşma, ağırbaşlılık, cesaret, şecaat ve kahramanlık gibi birçok güzel haslet, faziletli tutum ve davranış üzerinde durulmuştur.
“Rabbinizin mağfiretine mazhar olmak ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup gökler ve yer kadar geniş olan cennete girmek için yarışın! Onlar (takvâ sahipleri) bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar, öfkelerini yenerler, insanları affederler. Allah işini güzel yapanları sever. Onlar çirkin bir şey yaptıkları veya kendilerine kötülük ettikleri zaman Allah’ı hatırlarlar da hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki? Onlar, yaptıklarında bile bile ısrar etmezler.” (Ali İmran, 3/133-135). Bu âyetlerde İslâm ahlâkının bir özeti verilmektedir. Ayetlerde belirtilen ahlâkî nitelikleri kazananlara verilecek mükâfatlar bildirilmekte ve müslümanlar bu yöne yönlendirilmektedir. 133. âyette rabbimizin bağışına, gökler ve yer genişliğindeki cennetine kavuşmanın, bütün ahlâkî davranışlarımız için temel gaye olduğu bildirilmekte; iyiliği, birtakım dünyevî menfaatler kaygısıyla değil de sırf Allah’a saygı ve sevgi demek olan takvâ nedeniyle sadece uhrevî saadet uğruna yapmak gerektiği hatırlatılmaktadır. 134 ve 135. âyetlerde ise İslâm’da ideal ahlâk tipi olan “takvâ sahibi (müttaki) insan”ın temel ahlâkî nitelikleri sayılmaktadır.
“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz erdemlilik değildir. Asıl erdemli kişi Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; sevdiği maldan yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, yardım isteyenlere ve özgürlüğünü kaybetmiş olanlara harcayan; namazı kılıp zekâtı verendir. Böyleleri anlaşma yaptıklarında sözlerini tutarlar; darlıkta, hastalıkta ve savaş zamanında sabrederler. İşte doğru olanlar bunlardır ve işte takvâ sahipleri bunlardır.” ( Bakara, 2/177). “Birr, ahlâk güzelliğidir” hadisindeki (Müslim, “Birr”, 14, 15; Tirmizî, “Zühd”, 52) kullanımı da dikkate alarak “erdemlilik” diye tercüme edilen birr (el-birru) kelimesi, bu âyetteki kullanımından da anlaşılacağı üzere, Kur’an-ı Kerîm’in en kapsamlı kavramlarından biridir. Nitekim bu kelimenin geçtiği âyetler bütün olarak değerlendirildiğinde bunun Kur’an’da, iman ve ibadetten başlamak üzere her türlü iyilik, ihsan, itaat, doğruluk, günahsızlık gibi iyi ve güzel ahlak, fazilet mânalarda kullanıldığı görülür. Birrin kapsamı içinde iman, ibadet ve hayır severlik konuları yanında ahde vefa, sabır, metanet doğruluk ve takvâ faziletlerine işaret edilir.
Kur’ân’da fazlın Allah’ın elinde bulunduğu, onu dilediğine verdiği (Âl-i İmrân, 3/73; Hadid, 57/29) ifade edilmekte, O’nun fazlına engel olabilecek kimsenin olmadığı belirtilmektedir (Yûnus, 10/107). Çeşitli âyetlerde dünya ve âhiret mutluluğu, cennet ve cennet nimetleri, Allah’ın bazı günahkârları cezalandırmada acele etmemesi, günahlarını bağışlaması ya da azaplarını hafifletmesi, hüsrandan koruması, hidâyete erdirmesi, bilmediğini öğretmesi, iyiliklere fazlasıyla sevap vermesi, İslâm, îman, vahiy, şefaat ve Peygamberlik gibi Allah’ın insanlığa büyük lütuf ve ihsanları, çeşitli varlık ve imkânlar fazl kavramı içerisinde gösterilmiştir (bk. Nisâ, 4/69, 70, 83, 95; Neml, 27/15-16; Hucurât, 49/7-8). “Kim Allah’a ve peygambere itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdirler; bunlar ne güzel arkadaşlardır!. Bu lütuf (fazl) Allah’tandır; bilen olarak Allah yeter.” ( Nisâ, 4/69-70). Allah’a ve peygambere itaat etmek en büyük fazilet, üstünlüktür. Allah’a ve Rasulü’ne itaat eden kişi yucelmekte ve Allah’ın lütufta bulunduğu kimselerle beraber olmaktadır. Peygamber’in varisi âlimler olduğuna göre; bir müslümanın, ya ilim ehli yani alim, ya sıddık, doğrulayan, doğrucu, ya şehid, ya da salihlerden, iyilerden olması gerekir. Bu dört sınıftan birinden olmak en büyük fazilettir. Tabii olarak bu dört sınıftan olmak için bir çaba ve gayret içinde olmak gerekiyor.
“Müminlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturup kalanlar, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad etmekte olanlara eşit olamazlar. Allah, malları ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah bütün müminlere o güzel geleceği vaad etmiştir, ama mücahidleri -çok büyük bir karşılıkla- oturanlardan üstün kılmıştır.” (Nisa, 4/95). Fazîlet miskin bir şekilde oturmakla elde edilecek bi erdem değildir. Onu elde etmek için çabalamak, hak ve hakikat için mücadele etmek, hakkın hâkim olması için çalışmak lazım. Mü’min olmak zaten bir çaba bir gayrettir. Öncelikle nefisle, çevresindekilerle, toplumla mücadeledir. Ancak İ’layı kelimetullah için gösterilen çaba, gayret dahada önemlidir. Dolayısıyla mücahid oturan müslümandan daha değerli, daha faziletlidir. Fazîlet doğuştan gelen bir üstünlük değil, bir çabanın ve gayretin eseridir. Hiçbir şey çabasız, gayretsiz elde edilemez. “İnsan ancak çabasının sonucunu elde eder. Ve çabasının karşılığı ileride mutlaka görülecektir.”(Necm, 53/39-40).
“Şüphesiz biz Dâvûd’a ve Süleyman’a da bir ilim verdik. “Bizi mümin kullarının birçoğundan üstün kılan Allah’a hamdolsun!” dediler.”(Neml, 27/15). Dâvûd aleyhisselâm, İsrâiloğulları’na gönderilmiş bir peygamber ve hükümdardır. Kur’an’da ilmi, hikmeti, adaleti ve güzel konuşmasıyla meşhur olduğu bildirilmektedir (Sâd 38/17-20, 26). Kendisine dört büyük kitaptan biri olan Zebûr gönderilmiş, dağlar ve kuşlar emrine verilmiştir. Süleyman da Dâvûd’un oğlu olup babası gibi İsrâiloğulları’na gönderilmiş bir peygamber ve hükümdardır. Bilgi, nimetlerin en değerlisi olduğu için her iki peygamber de kendilerine lutfedilen bu nimet sayesinde mümin kulların birçoğundan üstün kılındıklarını ifade etmişlerdir. Her ne kadar Peygamberlik vehbî, Allah tarafından verilen bir lütuf olsa da, çok ağır ve zahmetli bir yüktür ve bu yükü taşımak ta bir üstünlüktür, fazilettir. Bilgi gayretle, çabalamakla elde edilir. Dolayısıyla bilgi bir değerdir ve bilgi sahipleri değerlidir, faziletlidir. “Süleyman Dâvûd’un yerine geçti. Dedi ki: “Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden gerektiği kadar verildi. Doğrusu bu apaçık bir lutuftur.” (Neml, 27/16). Süleyman makam, ilim ve hikmet, peygamberlik ve hükümdarlık konularında ona mirasçı oldu, O’nun yerine geçti. “Bize kuş dili öğretildi” cümlesi ile “Bize her şeyden gerektiği kadar verildi” cümlesi, verilen nimetlerin çokluğunu yani sahip olduğu peygamberlik, ilim, hikmet ve malı; cinler, insanlar, kuşlar, rüzgârlar, evcil ve yabani hayvanlara hükmedebilmeyi, göklerle yer arasında kendisine ihtiyaç duyulan her şeyi ifade eder. Ayet; “Doğrusu bu apaçık bir lutuftur.” ile bitmektedir. Hz. Süleyman Allah tarafından kendisine verilen herşeyi lütuf olarak degerlendiriyor. Verilenlerin değerli, kıymetli olduğunun farkında ve bunu da açık bir şekilde itiraf etmektedir. Lütfun kıymetini bilmek, onun farkında olmak ta bir değerdir, fazilettir. Nimetini kıymetini bilmek, şükretmek fazilettir.
Fazilet ve erdem kelime olarak ve anlam olarak birbirine benzeyen yakın sözcükler olmaktadır. Erdem kelimesi; ahlaki olarak doğru olanı yapan ve yanlışı yapmaktan uzak duran kişiler için kullanılmaktadır. Hem din tarihinde hem de felsefe tarihinde oldukça sık kullanılan bir kelime olmaktadır. Özellikle de “erdemli insan ve erdemli olmak” nedir sorusuna cevap aranmıştır. Her toplumun ahlaki açıdan farklılıkları bulunmaktadır. Bundan dolayı da insanlar arasında erdemli kişilik ve fazilet sahibi olan kişi kavramı değişmektedir. Ancak kötülükten kaçınan, alçakgönüllü olan, erdem sahibi, namuslu, iffetine sahip çıkan ve dürüst bir kişiliğe sahip olan herkese faziletli insan dememiz mümkündür.
Bütün faziletler güzel iş ve davranışlardan ibarettir. Bu sebeple islâm getirdiği prensiplerle müslümanları faziletli insanlar yapmaya çalışmış böylece onlardan insanlığa örnek ve önder bir topluluk vücûda getirmek istemiştir. İslâm nizamı, insanın hiç bir duygu ve eğilimini yok etmek istememekte; ancak hayatın bütünüyle ölçülü olmasını, ifrat ve tefritten kaçınılması gerektiğini bildirmektedir. Bu sebeple “itidâl” (ölçü sahibi olmak) son derece önem!i kabul edilmiştir, fazilet olarak değerlendirilmiştir. İslâm müslümanı “vasat ümmet” olarak tanımlamış, müslümanların her konuda vasat olmasını, orta yolu bulmalarını istemiştir. Buradaki orta yol herşeyin ortası değil, sıratı müstakim, Allah ve Rasûlü’nün belirlediği yoldur. Müslüman ne yahudiler gibi dünyaperesttir, ne de hristiyanlar gibi dünyayı tamamen terk eden ruhban dır. Bu ikisine gerektiği kadar değer veren kimsedir. Bu ikisine ne kadar değer verileceğini de yine İslâm belirlemektedir.
İslâm cömertliği büyük bir fazilet olarak görür. Fakat cömertliğin, daha doğrusu başkalarına vermenin ve harcamanın fazilet olabilmesi için harcamalardâ itidâle uymak şarttır. Bütün varını yoğunu infak edip çocuklarını başkalarına muhtaç durumda bırakmak doğru bir cömertlik ve infak anlayışı değildir. Böyle bir durumda bu bir fazilet olmaktân çıkar. Hatta sorumluluk gerektiren bir rezilet olur. Bunun için harcamalarda orta yol tutulur. Yani ne aşırı bir şekilde, yerli yersiz harcama yapılır. Bu da israf’tır. Ne de aşırı mal sevgisi ile onu harcamaktan çekinilir. Bu da cimrilik’tir. Aksine bu iki durumdan da kaçınarak malın İslâm’ın emrettiği şekilde harcanmasına “cömertlik” denilmiş ve bu harcamada itidâl olduğu için fazilet sayılmıştır.
Tevâzu da bir fazilettir. Tevâzu alçak gönüllü olmak demektir. Tevâzuda aşırıya gitmek insanı zillete, aşağılığa sürükler. Tevâzu’dan uzaklaşmak ise insanı kibirli olmaya, benliğimizin bu kötü huy tarafından sarılmasına sebep olur. Şu halde müslüman kişinin davranışlarında itidâl (orta yol), fazilet ve güzel huyların, ifrat ve tefrit (aşırılık veya bir şeyin yokluğu) ise rezilet ve kötü huyların çıkmasına sebep olmaktadır. İslâm ahlâkçıları, insan ruhunun bazı temel kuvvetlere sahip olduğunu, bu kuvvetlerin akıl, gazab ve şehvetten meydana geldiğini kabul etmişler ve bu üç temel kuvvetin fazilet ve reziletlerin ana kaynağı olduğunu söylemişlerdir. Bu kuvvetlerin ifrat, tefrit ve itidâl noktaları ayrı ayrı ele alınmış ve ifrat ve tefritin reziletin; itidâlin ise faziletin esası olduğunu ifade etmişlerdir.
Bir şeyin kendi olması bakımından sahip olduğu vasıflar, başka şeylerden ayrışmasını sağlayan özellikleridir. Hepimiz biliyoruz ki insan, beslenen, büyüyen, üreyen, duyu organlarına sahip olan, herhangi bir eylemi tasarlayıp iradesiyle gerçekleştiren bir varlıktır. Fakat bu özelliklerin hiçbiri insana mahsus değildir ve onu başka canlılardan ayrıştırmaz. Bütün hayvanlar beslenme, büyüme, üreme gibi özelliklere sahiptir. Yine hayvanlar, eylemlerini tasarlayarak yaparlar ve bir eylem türünü diğerine tercih ederler. Bir takım niceliksel farklar dışında insan türü bu vasıflarda öteki hayvan türlerinden ayrışmaz. İnsanı ayrıştıran şey, akletmesi ve bilmesidir. Lakin yaşadığımız çağda akletme ve bilme bir tür işlem yapabilme özelliği olarak düşünülmeye başlandığından bu özelliğin insana mahsus yanını kavramak için ısrarlı bir nazar, detaylı bir inceleme gerekir.
Bir melekenin bulunduğu insana üstünlük verebilmesi için onun akletmesine yani nihai sebebe ulaşma çabasına bir katkısının olması gerekir. İşte ahlâkîlik tam da bu noktada ortaya çıkar: İnsanın eylemleri, sebeplerin sebebine yahut bütün var olanların dayandığı nihaî ilkeye ilişkin kavrayışı ile irtibatlandırılabildiği için ahlâkîdir. Bir meleke, böylesi bir kavrayışa “bağ”landığı takdirde ve ölçüde fazilet iken söz konusu “bağ”dan yoksun olduğu takdirde ve ölçüde rezilettir. İşte İslam bu nihaî yahut hakiki sebebin adının “Allah” olduğunu söyler ve buna dair kavrayışı da “tevhid” olarak adlandırır. Bu bağlamda Müslüman olmak demek, bütün nesnelerin ilkesi, yaratıcısı veya nihâî sebebi olarak Allah’ı bilmek ve bütün eylemlerimizi de tevhide ilişkin idrakin bir uzantısı olarak gerçekleştirmeye çalışmak demektir.
Akıl yüceldiğinde başkalarını alçaltarak yükselmez; onun zaferi, kendi kabiliyetini ifşa etme, ortaya çıkarma başarısıdır; hazzı da kemale ermektir. Gündelik dilde akıl denilen şey, daha ziyade insanın nihâî ilkeye dair kavrayışının nasıl eyleme dönüşeceğini belirleyen tecrübî akla tekabül eder. Tecrübî akıl, eylemlerin nasıl ve hangi süreçlerde gerçekleştirildiğinde inanç ve görüşlere uygun olacağını belirlediğinden gündelik hayatta şu veya bu şekilde uymak zorunda kaldığımız edebi (çoğulu: adâb) üretir. Tecrübî aklın gücü ve zaafı da inanç ve davranış arasındaki ilişkiyi ne denli dakik kurup kuramadığına bağlı olarak değişir. Bu bağlamda Allah’a karşı muamelenin adâbı olduğu gibi dostluğun, fırıncılığın, konuşmanın ve yürümenin bile adabı olur.(Fazilet ve edep: Yücelmenin anlamı üzerine, Ömer Türker).
Kur’ân ile terbiye edilerek üstün ahlaka sahip olan Hz. Peygamber (s.a.s.) aynı şekilde ashabını eğitmiş ve yetiştirmiştir. Onun eğitiminin temel hedefi hayatın hemen her alanında “erdemli bireyler” yetiştirmektir. Bu bağlamda o yerine göre vahyi ümmetine ulaştıran bir davetçi, yerine göre ibadetlerde ashabına önderlik eden bir imam, yerine göre de müslüman toplumu yöneten bir devlet başkanı, davalara bakan bir hâkim, evinde aile reisi, toplumda mürşit, savaş meydanlarında komutan olmuştur. Allah Elçisi (s.a.s.) ferdin ruhî ve ahlaki olgunluğa erişmesi, aile ve toplum ilişkilerinde huzur ve sükunun hâkim olması için insanı ilgilendiren hemen her alanda değerler eğitimine ayrı bir önem vermiş ve bu bağlamda “en üstün değerleri” etkili bir üslupla ümmetine takdim etmiştir. Şüphesiz onun uyguladığı metotlar, erdemli bireyler yetiştirmek ve erdemli bir toplum inşa etmek için etkili tüm ilkeleri ihtiva etmektedir. Allah Elçisi (s.a.s.) eğitiminde Allah’a imanı, ahirete imanı, iyi ahlakı, başta namaz, oruç, zekât, sadaka ve hac olmak üzere, insanı ruhen yücelten ve Allah (c.c.) ile arasındaki bağı pekiştiren temel ibadet ve zikirleri, bu inanç ve ibadetlerin barış ve huzur içerisinde yaşatılabilmesi için bir tür güvenlik unsuru olarak cihadı sürekli canlı tutma yoluna gitmiştir. (Hz. Peygamber’in (sav) dilinden en üstün ahlâkî değerler, Prof. Dr. Adem Yerinde).
Allah Elçisi (s.a.s.) inanç, ibadet ve ahlak ilkelerini ümmetin vicdanına ve hayatına yerleştirmek için ferdin ve toplumun anlık ihtiyaçlarını dikkate alarak bazen inancı, bazen namaz, zekat, hac gibi ibadetleri, bazen de ana babaya iyilik, kadınlara karşı nazik davranma, komşuluk ve arkadaşlık haklarına saygı vb. adabı muaşereti öne çıkarmış, bunları “en üstün, en hayırlı, en faziletli” diye nitelemiştir. İnsanı meşgalelerden uzak tutacak sakin vakitleri de Allah’a ibadet için “en güzel ve en faziletli” anlar olarak nitelemiştir. Allah Elçisi’nin (s.a.s.) bazı kişileri ve devirleri “en üstün, en hayırlı” olarak nitelemesi de onların Allah’a imanları ve Allah’ın buyruklarına uymaları ile alakalıdır. Mesela Hz. Meryem’in üstünlüğü Allah’a olan samimi bağlılığı ve takvasında, Hz. Hatice’nin üstünlüğü de İslam’ın ilk yıllarında tevhit mücadelesi için yaptığı hizmetlerde aranmalıdır. Aynı şekilde Ebû Bekir ve Ömer gibi bazı sahabilerin öne çıkmaları da onların sahip oldukları üstün ahlakta aranmalıdır. Bu Ebû Bekir’de teslimiyet, yumuşaklık ve cömertlik; Ömer’de ise hak uğruna cesaret, adalet ve ileri görüşlülük olarak tecelli etmiştir.
Bütün bunlar göstermiştir ki fazilet, insanın kendi imkanlarıyla, kendi çabası ve gayretiyle elde ettiklerindedir. Allah’ın lütuf olarak verdiklerinin ise kıymetini bilip değer vermek, önemsemektir. Değerli olan her şey emek ve çaba ister. Emeksiz, gayretsiz elde edilenlerden genel olarak fazilet, üstünlük bulunmuyor. Aslında fazilet kişinin kendi tercihi ve bu doğru tercihlerini mahsulüdür. İnsan zaten değerlidir. Ancak bu değeri daha değerli, dağa kıymetli hale getirmek te mümkündür. O imkan her insana verilmiştir. Gayret edip çabalamasıyla bunlara ulaşması gerekiyor. Ancak bu çaba geçici, anlık bir çaba değil, sürekli, hattâ ömür boyu sürecek bir çalışmadır.