HÜSN-Ü ZAN VE SÛ-İ ZAN
Zan kavramı Kur’ân’da daha çok fiil ve isim formatında kullanılmıştır. Fiil olarak; zannetmek, tahmin etmek, kuruntu duymak, şüphe etmek, isim olarak ise zan, sanı, tahmin, kizb, yakîn, kuruntu ve vehim olarak kullanılmıştır. (İbn Manzûr, Lisânü’l-’Arab, 9/196-198). Hüsn", "güzellik, iyilik, hoşluk, olgunluk, mükemmellik" demektir. "Hüsn-i ahlâk (iyi - güzel ahlâk)", "hüsn-i hat (güzel yazı)", "hüsn-i niyet (iyi niyet)"... gibi, "hüsn-i zan"da, "iyi-güzel zan; bir kimse veyâ bir olayın iyiliği hakkında vicdânî kanâat" demektir. Kötü zann, fena tahmin, şüphe "Sû" "fenalık, kötülük" demektir. "Sû-i hareket (kötü davranış)", "sûi ahlâk (kötü ahlâk)", "sû-i niyet (kötü niyet)" vb. gibi, "sû-izan" da, "kötü zan" anlamındadır. Zan sözlükte "kuşkulanmak, kesin bilgiye ulaşmak, itham etmek” anlamlarındaki zan (zann) masdarından isim olup hem “yakīnin zıddı, kuşku, kesinleşmemiş kanaat” hem de “ilim, düşünüp taşınarak ulaşılan kesin bilgi” mânasına gelir. Zan kökünden türeyen birçok kelime zannın bu iki temel anlamını yansıtır. Kur’ân-ı Kerîm’de yirmi kadar âyette zan, elliye yakın yerde türevleri geçmektedir. Bu âyetlerin çoğunda zan “vehim, kuruntu”, bazılarında “bilgi, yakīnen bilme, inanma”, bazılarında ise “kesin olmayan kanaat, kuşku, tahmin, beklenti” mânalarını içerir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ẓnn” md.). (DİA).
Arapçada sui kelimesi kötü anlamına gelir. Bet, fena, çirkin, muzır ve zararlı kelimeleri sui ile eş anlamlıdır. Bu sözcükten türetilen birçok kelime hem yazılı ve görsel basında hem de günlük konuşmalarda sıklıkla kullanılır. Örneğin suikast, birini planlayarak öldürmek ya da birine kötülük yapmak demektir. Suiistimal ise, bir kişinin kendisine verilen yetkiyi ya da duyulan güveni kötüye kullanması anlamına gelir. Suiniyet, yapıcı ve faydalı değil yıkıcı ve zararlı bir amaç doğrultusunda hareket etmek, artniyet demektir. Suizan, bir kişi ya da topluluk hakkında peşin hükümlü olmak ve elinde yeteri kadar delil, bilgi ve belge olmamasına rağmen, söz konusu kişiler hakkında olumsuz düşüncelere sahip olmaktır.
"Onlar, kesinlikle Rablerine kavuşacaklarını ve O´na döneceklerini düşünen ve bunu kabullenen kimselerdir." (Bakara, 2/46). Bu âyette kesin bilgi anlamında kullanılmıştır. "İçlerinde bir takım ümmîler vardır ki, Kitab´ı (Tevrat´ı) bilmezler. Bütün bildikleri kulaktan dolma şeylerdir. Onlar sadece zan ve tahminde bulunuyorlar." (Bakara, 2/78). Bu âyette zan ve tahmin anlamında kullanılmıştır. "Ve «Allah elçisi Meryem oğlu İsa´yı öldürdük» demeleri yüzünden (onları lânetledik). Halbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler."(Nisa, 4/157). Bu âyette de kesin olmayan bilgi anlamında kullanılmıştır. “Vaktiyle siz ne kulaklarınızın ne gözlerinizin ne de derilerinizin aleyhinizde şahitlik etmesinden sakınıyordunuz; üstelik yaptıklarınızın çoğunu Allah’ın bilmediğini sanıyordunuz. İşte Rabbiniz hakkında taşıdığınız bu zannınız sizi mahvetti, sonunda kaybedenlerden oldunuz.” (Fussilet 41/22-23) âyetinde kuruntu, vehim anlamında kullanılmıştır.
İki türlü "zan" vardır. Husnü zan ve su-i zan. Zan, "tahmin" ve "ihtimâl''e dayandığına göre, bu konuda alınacak tavır ne olmalıdır. Kur'ân ve Hadis, bu hususla ilgili davranışın nasıl olması gerektiğine açıklık getirmektedir: Kur'ân-ı Kerim'de: "Ey inanan (mü'min)ler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü bazı zan (vardır ki) günahtır... " buyurulmuştur (Hucurât, 49/12). Âyette, "zannın birçoğundan kaçınınız" denilmekte; sebep olarak da, "bazılarının günah olduğu ifade edilmektedir. Demek ki, zannın hepsi günah değildir; hattâ Allah'a ve mü'min (inanan) lere hüsn-i zanda bulunmak gereklidir. Nûr Süresi'nde: "Bunu işittiğiniz zaman mümin erkekler ve kadınların birbiri hakkında hüsn-i zan beslemeleri ve “Bu apaçık bir iftiradır” demeleri gerekmez miydi? " (Nûr, 24/12) buyurulduğu gibi. Suizanda bulunmak için kişinin önyargılı olması gerekir. Önyargı ise her açıdan sakıncalıdır. Öncelikli olarak karşı tarafın kişiliğini zedeler ve onun hakkında asılsız düşüncelere kapılmamıza neden olur. Bu da toplumun önce ayrışmasına sonra kutuplaşmasına neden olur.
Kur’ân-ı Kerîm’de bu terkipler hüsnü zan ve sû-i zan yer almamakla birlikte zan kavramı bir kimseyle ilgili iyi veya kötü kanaat beslemeyi ifade edecek şekilde geçer. Meselâ İfk Hadisesi’ne dair bir âyette (Nûr 24/12) müminlerin birbirleri hakkında iyi zanda bulunmaları gerektiği bildirilmiş, Fetih sûresinin 6 ve 12. âyetlerinde inkârcıların Hz. Peygamber ve müminlerin âkıbetine dair bozuk niyetleri ve beklentileri için “kötü zan” (zannu’s-sev’) ifadesi kullanılmıştır. Hucurât sûresinin 10-12. âyetlerinde müminlerin kardeş olduğuna vurgu yapılarak kardeşlikle bağdaşmayan davranışlar çerçevesinde, “Zannın çoğundan sakınınız, çünkü bazı zanlar günahtır” buyurulur. İslâm âlimlerinin genel yorumuna göre burada bilhassa su-i zan yasaklanmış ve dolaylı olarak bir kimse hakkında -aksini gösteren açık deliller olmadıkça- hüsnü zanda bulunmak gerektiğine, zira su-i zannın ahlâkî ve insanî zararlara yol açacağına dikkat çekilmiş, kural olarak dışarıdan bakıldığında iyi görülen bir kimse hakkında kötü zan beslemenin haram olduğu kabul edilmiştir. (Mustafa Çağırıcı, Zan md.).
"Zandan sakının. Çünkü zan, sözlerin en yalan olanıdır.” (Buhârî, Vasâyâ 8, Nikâh 45, Ferâiz 2, Edeb 57, 58; Müslim, Birr 28.). Hadis alimleri, burada gerçeğe uymayan veya kötü sonuçlar doğuran zannın kastedildiğini belirtirler. Hz. Peygamber münafık olduklarını bildiği iki kişi hakkında, “Falan ve falanın dinimiz hakkında bir şey bildiğini zannetmiyorum” şeklindeki ifadesi delil gösterilerek bazı durumlarda işin aslını yeterince araştırdıktan sonra bilgiye dayalı zanda bulunmanın câiz olduğu, kötülüğü ve günahkârlığı ortada olan kimselerle ilgili olumsuz kanaat beslemekte sakınca bulunmadığı belirtilmiştir. Gazzâlî’ye göre suizan kalp ile gıybettir ve bu dil ile yapılan gıybetten farksızdır; kötü söz gibi kötü zan da haramdır. İnsanların iç dünyalarındaki gizli hallerini Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceğini söyleyen Gazzâlî, iyiye yorulması mümkün olmayan kötülük kanıtları ortada görülmedikçe hiç kimse hakkında açıkça bilinen ve görülen gerçeklerin ötesinde kötü kanaat beslenemeyeceğini, aksine davranışın şeytana uyma anlamına geleceğini belirtir (İḥyâʾ, III, 150-151). Çünkü hüsnü zan Allah’ın, su-i zan şeytanın telkinidir. Su-i zan şeytanın insanı saptırmak için ruhuna nüfuz ettiği kapılardan biridir. Bu sebeple hem şeytanın su-i zan kışkırtmasından hem de kötülerin töhmetinden sakınmak gerekir. Kötülerin içi kirli olduğundan herkeste kusur arar, başkalarını da kendileri gibi kötü görürler. Sonuçta mümin mâzur görür, münafık kusur arar. Aynı düşünceden hareketle sırf şüphe ve zanna dayanarak insanlar hakkında gizli soruşturma yapılamayacağı belirtilir. Buna karşılık zann-ı gālib oluşturacak derecede açık emârelerin bulunması, güvenilir kişilerden ihbar gelmesi gibi durumlarda konuyu iyice araştırıp açığa çıkarmaya cevaz verilmiştir.
Kur’ân’da iyi ve kötü bir kanaat, hadislerde ise hüsnü zan ve sû-i zan olarak zikredilen zan asliyeti itibariyle bir tercihten ibarettir. Bu tercihin mahiyetini ise doğurduğu sonuçlar delil olarak gösterilebilir. Zan, şâyet herhangi akli ya da nakli ölçüye dayandırılıyorsa o zanda bir hakikat gerçeği var demektir. Dayandırılamıyorsa hakikatle ve gerçeklikle bir ilişkisi yok demektir. Kur’ân’da müşriklerin zanları incelendiğinde zanlarının arka planında kendi atalarından duyma, temelsiz, belgesiz iddialar yer almaktadır. Söz konusu atalara dayandırılan zanda Allah ile tapılan putlar kıyas edilmiştir. Bu kıyasta hakkın yerine batıl ve iyiliğin yerine ise kötülük yerleştirilmiştir. Hem din hem de dünya ile ilgili meselelerde sayı çokluğu haklı olmaya bir gerekçe olarak gösterilmiştir. Hakikat anlayışı çokluğa göre oluşturulmuş ve çok olanların tercihleri doğru olduğu zannedilmiştir. Bu anlayış süreç içerisinde vazgeçilmez bir inanca dönüşmüştür. Bu anlayışı Allah, yalan, kuruntu, tahmin, heva, heves ve nefsi arzular olarak nitelemiş ve müminleri bu anlayıştan sakınmaları için uyarmıştır. Vahiy metninin bu zannileri haber vermesi onların cehalet, gaflet ve su-i zan üzere olduklarının bir delilidir. Bu cehaletleriyle de şirk ve günaha girmişlerdir. Allah’ın tüm bu yapıp ettiklerinden, kalplerinden geçirdikleri su-i zanlarından haberdar olmayacağını varsaymışlardır. Bu zanları onları daha da cesaretlendirmiş ve cürümlerinde insan dışılığa sapmalarına bir mazeret oluşturmuştur.
Kur’ân ve hadislerde müslümanlara hitaben zan konusunda birtakım ihtarlar, uyarılar yapılmıştır. Bu ihtarlardan biri Müslümanların Allah hakkındaki zanlarıdır. Allah’ın kulları hakkındaki zannı kulların Allah hakkındaki zanlarına bağlanmıştır. Kulun Allah hakkındaki zannı, gerek isim ve sıfatlarının gereğine, gerek bir sınama olarak bahşettiği emanetin hikmetine ne kadar yakınsa hakikate o kadar isabet etmiş olur, ne kadar uzaksa o kadar hakikatten uzak olmuş olur. Çünkü kulun Allah’a karşı zannında samimi bir inanca sahip olması gerekir. Samimi inanç ise, sadece beklentilerin, dualarının kabul edildiği durumlarda değil, aksi durumlarda bile sürdürülebilir olması gerekir. Müminlerin, sadece Allah’tan beklentileri karşılandığında ya da dinden anladığı şey doğrulandığında O’nun hükmüne boyun eğmeleri, işleri yolunda gitmediği ve sıkıntılar çektiğinde boyun egmemesi doğrudeğildir. Özetle kulun Rabbi hakkındaki zannı ne kadar koşulsuz olursa, Rabbin de kula yönelmesi o nispette koşulsuz olur. Kur’ân ve hadislerde müslümanların ihtar edildiği bir diğer zan ise kendi aralarındaki zanlarıdır. Özellikle Hz. Ayşe ile ilgili Kur’ân’da zikredilen hadisede Allah hüsn-ü zan beslemeyen müslümanları ihtar etmiş ve onlara adap öğretmiştir. Âyette, müslümanların surenin genel teması olan Allah ve peygamberine bağlılığı ifade eden edep, mümin olan ve olmayanlarla ilişki kurulurken gösterilmesi gereken ahlâkî tavır ve tutumun ilke ve tavsiyeleri sıralanmıştır. Muhtemel ayrışmaların çözümleri izah edilmiş, eşitlik ve aynı kökten gelme açısından insan olmanın gereği dikkat çekici bir üslupta zikredilmiştir. Aslında belki de âyetteki tüm anlamları özetleyen şey müminlerin güzel ahlâka ve yasalara uymaları teşvik edilmiş olmasıdır. Ayrıca başka âyet ve hadislerde, su-i zandan sakındırmak ve hüsn-ü zanna teşvik ederken insanlık onuru, haysiyeti ve özgürlüğü korunmak istenmiş ve insanların bu değerlerine saldırmayı engelleyen bir dokunulmazlık duvarı örülmek istenmiştir. Bu dokunulmazlık erdemli bir toplum oluşturmak için adeta şart koşulmuştur. (Kur'ân ve hadislere göre hüsn-ü zan ve sûi zan kavramları, Akif Akto )
Zan konusu su-i zan ve hüsn-ü zan kavramları etrafında şekillenmiştir. Herhangi bir olay ya da olgunun iyiye yorumlanmasına hüsn-ü zan, kötüye yorumlanmasına su-i zan adı verilmiştir. Zan hem ilim ve yakinlik hem de vehim, kuruntu ve şüphe anlamlarını çağrıştırmaktadır. Zannın bir yüzü ilim ise diğer yüzü ise cehalettir. Cehalet yüzü yahudi, hristiyan, putperest, münafık, kâfir ve müşrik gibi temalarda yoğunlaşmaktadır. İlim yüzü ise Allah ile inanan kulları etrafında yoğunlaşmıştır. Doğaları gereği su-i zan ve hüsn-ü zan bir tercihin ürünüdürler. Bu tercihlerin iyi ya da kötü olarak yorumlanması aklî ya da naklî ölçekte kendini göstermektedir. Su-i zan, zanda bulunmayı kendine inanç hâline getirenlerin ne aklî ne de naklî bir dayanaklarının olmadığı, tek dayanaklarının heva, heves ve nefsanî arzular olduğu bir gerçektir. Hüsn-ü zanda bulunmanın ise öncelikle Allah’a karşı daha sonra da müminlerin kendi arasında yapmaları gereken bir haslet olduğu da bilinen bir gerçektir.
Peygamberimiz (s.a.s.), “Zandan sakının. Çünkü zan, yalanın ta kendisidir.” (Müslim, Birr, 28) buyurmaktadır. Çünkü zan, hakkında kesin bilgi sahibi olunmayan bir tahminden ibarettir. Gerçek olma ihtimali olsa bile bir şüphe ve tereddütten öteye geçemez, kişiyi ön yargılı olmaya sevk eder. Suizan, bir insanı temelsiz bir iddiaya dayanarak itham etmek, doğruluğunu araştırmadan onun hakkında olumsuz hüküm vermektir. Böyle bir tutum kişiyi bir başkasına iftira atmak, onun hakkında yalancı şahitlik yapmak gibi yanlış davranışlara kolayca sürükleyebilir. Dahası su-i zan, bireylerin birbirlerine karşı güvenini sarsacağından ikili ilişkilere zarar verir, toplumsal hayatta düzenin yıkılmasına neden olur. Hâlbuki mümin, çevresindekilere her açıdan güven veren ve hüsn-ü zannı ilke edinen insandır. İnananlara su-i zandan sakınmayı emrederek, "Ey inanan (mü'min)ler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü bazı zan (vardır ki) günahtır... "(Hucurât, 49/12) buyuran Yüce Allah bir başka âyette şöyle buyuruyor: “Bilmediğin şeyin ardına düşme. Doğrusu kulak, göz, kalp, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur.” (İsrâ, 17/36). Velhasıl hakkında kesin bilgi sahibi olunmayan konularda çok daha dikkatli davranmak gerekmektedir. Bir konuda net bir bilgiye ulaşılamıyorsa oncelikle hüsn-ü zan beslemek, olmuyorsa sükut etmek gerekir. Müslümanların birbirleri hakkında kesin delil ve belge olmadan hüsn-ü zan beslemeleri elzemdir. Gayrimüslimler hakkında ise zanla değil, kesin delil ile hüküm verilmesi gerekir. Unutmayalım ki yaptıklarınızın hesabını bir gün mutlaka vereceğiz.
Hüseyin KUBAT