Hüseyin KUBAT

Hüseyin KUBAT

SÂMİRÎ

21 Ocak 2025 11:55 Boğaziçi Eğitim Derneği 271

SÂMİRÎ

Bir ikiyüzlülük ve istismar hikayesi

Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Mûsâ’nın önderliğinde İsrâiloğulları’nın Mısır’dan çıkışından sonra yaşanan olaylar anlatılırken Tâhâ sûresinde birkaç yerde Sâmirî’den bahsedilmektedir. "Allah, “Fakat” dedi, “Biz senden sonra kavmini sınadık ve Sâmirî onları yoldan çıkardı”.(Taha, 20/85) Allah’ın, Mûsâ’ya kavminin Sâmirî tarafından saptırıldığını haber vermesi üzerine, Mûsâ öfkeli halde ve hayıflanarak kavmine döndü. Şöyle dedi: “Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmamış mıydı? Peki size bu süre çok mu uzun geldi, yoksa rabbinizin gazabına uğramak istediniz de onun için mi bana verdiğiniz sözden döndünüz!”. Şöyle cevap verdiler: “Sana verdiğimiz söze bilerek ve isteyerek aykırı davranmış değiliz; fakat şu kavmin (Mısır halkının) ziynet eşyalarından bir kısmını yüklenmiştik, onları (haram diye ateşe) attık; çünkü Sâmirî de aynı şekilde atmıştı. Derken onlara böğürebilen bir buzağı heykeli yaptı. (Ona uyanlar) “İşte bu sizin de tanrınız, Mûsâ’nın da tanrısıdır, fakat o bunu unuttu” dediler.(Tâhâ, /86-87-88). Ayetlerde Mûsâ (a.s) Tûr’a Allah ile konuşmaya gittiğinde (A‘râf 7/142-143) Sâmirî’nin, İsrâiloğulları’nı Mısırlılar’dan almış oldukları ziynet eşyalarından buzağı şeklinde bir put yapmaya ve buna tapınmaya ikna ettiği belirtilmektedir. Ayrıca Mûsâ’nın Sâmirî’ye amacının ne olduğunu sorduğu (Tâhâ 20/95), Sâmirî’nin de şu cevabı verdiği bildirilmektedir: “Ben onların görmediklerini gördüm, bu yüzden elçinin (Mûsâ) öğretilerinden bir tutam alıp fırlattım. Nefsim beni böyle yapmaya sevketti” (Tâhâ 20/96)

Sâmirî’nin kimliği hakkında o kadar çelişkili bilgiler var ki, hangisinin gerçek olduğunu tespit etmek çok zor. Ancak kişiliği ile ilgili bazı ipuçları bulmak mümkün hayat hikayesi içinde. Onun İran'lı bir aileye mensup olduğu yahudilere katılarak yahudileştigi, yahudiler içinde sâmira denilen bir topluluğa mensup olduğu bu topluluğun ineklere taptığı belirtilmektedir. Buzağı figürünün öne çıkmasında mensubu olduğu kavmin inancının etkili olduğu söylenmektedir. Kur’an’da geçtiği şekliyle olayın akışı takip edildiğinde, Yahudi toplumu içinde Sâmirî’nin ailesinin iyi bir konumda olduğu anlaşılıyor. Bu konumu kullanarak Hz. Musa ile boy ölçüşemese de, yaptığı bir takım entrikalarla Hz. Harun’u etkisiz hale getirebildiği kesin. Hatta onun kışkırtmasıyla Hz. Harun’un canına bile kastedilmiştir.

Sâmirî’nin halk nezdindeki bu itibarı Hz. Musa’nın yokluğunda planının engelsiz işlemesini sağlamış. Her münafık gibi onun en büyük hatası, Hz. Musa’nın Hz. Harun’un Allah’ın gerçekten elçileri olduğunu, bu yaptıklarının ve arkasındaki gizli ajandasının Allah tarafından açığa çıkarılacağını hesap edememesi. Nitekim Medine’deki münafıklar da Müslüman görüntüsü altında bir mescit inşa etmişler ve orada bir takın entrikalar çevirmeyi düşünmüşlerdi. Ama Yüce Allah onların planlarını açığa çıkarmış ve mescitlerini de zararlı mabet (mescid-i dırar) ilan etmişti. Sâmirî’nin yaptığı ile Hz. Peygamber zamanındaki münafıkların yaptıkları arasında tam bir paralellik var. Sâmirî’nin tüm detaylarıyla hayat hikayesini tespit imkanımız yok ama çarpıcı bir münafık karakterini ele veren çizgileri çok bariz. (Prof. Cağfer Karataş. Sâmirî Bir istismar hikayesi). Sâmirî’de fırsat bulunca hemen devreye giriyor ve yapacağını yapıyor. Birçok mucizeye şahit olup bizzat yaşamasına rağmen, bozuk, tahrip olmuş, şirke bulaşmış tabiatı onu tekrar eski alışkanlıklarına götürüyor; buzağı heykeli yapıp ona tapınmaya başlıyor. Hatta Hz. Mûsâ’nın bile ilâhının bu olduğunu ama O’nun yanlış yerlerde aradığını bile söyleyebilmiştir.

Her dönemin İblisleri olduğu gibi Sâmirîleri de olur. İblisin şeytanlıklarına karşı nasıl tetikte olmamız gerekiyorsa Sâmirîlerin nifak ve fesatlarına karşı da aynı dikkat ve kararlılık içinde olmamız gerekiyor. Burada sadece Kitab’a uymak değil, aynı zamanda onu getiren Peygamberi’nin izinde olmakta gerekiyor. Onun izinde olmak demek, sünnetine uymak demektir. O’nun izinde olanlar o dönemde sahabilerdi, şimdi bütün mü’minler ve müslümanlardır. Dünya bir imtihan alanıdır. Bu alanda iyiler de bulunacak kötüler de. Musa’nın yanında Harunlar da olacak Samirîler de. Dikkatli bakıldığında ve bilinçli olunduğunda bunlar arasındaki farkı kavramak karmaşık olsa da imkansız değildir. Suret-i haktan görünmelerine aldanmamak lazım. Toplumu sürekli aldatmak ve kandırıp içten kemirirler bunlar. Uyduruk bilgilerle dindarlık pazarlarlar. Kafirin, zalimin yanında bulunup kirli planlar kurarlar. Bize düşen bunlara fırsat vermeyecek bir bilinçte olmaktır. Bu bizim elimizde ve elimiz güçlü. Çünkü elimizde Yüce Allah’ın indirdiği hic bir değişikliğe uğramayan Kur’an ve Peygamberimizin uyguladığı Sünneti gibi sapasağlam kaynaklar var. Yüce Allah’ın bizlere uyarısı: “Ey iman edenler! Mûsâ’yı incitenler gibi olmayın. Allah onun, hakkında söylediklerinden uzak, tertemiz biri olduğunu ortaya koymuştu. Gerçekten o, Allah katında itibarlı idi..” (Ahzab 33/69).

Eğer Allah'ı ve Rasûlünü iyi bir şekilde tanır, İslâm'ın temel ilkelerini bilirsek, bu ilkelere aykırı tavır ve hareketleri tespit etmek çok zor olmayacaktır. Zira, ikiyüzlü, münafıklar mutlaka açık verecekler, gerçek yüzleri istemezlerse de açığa çıkacaktır. Bu nedenle her sureti haktan görünene kanmamak gerekir. Zaten şeytan ve dostları genel olarak müslümanlara bu yönüyle yaklaşıp onları aldatmak isterler. Art niyetli, iki yüzlü insanlar ne kadar profesyonel olsalar da mutlaka açık vereceklerdir. Çünkü doğru ve dürüst olmadıkları için, yalanları, hileleri eninde sonunda ortaya çıkacak ve gerçek yüzlerini saklayamayamaklardır. Yalan ve yalancının foyası mutlaka ortaya çıkacak, doğru ve hak olan ezilip zorlansa da eninde sonunda dimdik ayakta duracaktır. Ayrıca burada imanın gücünü ve müminin ferasetini de gözardı etmemek gerekir. Ebû Saîd el-Hudrî"den nakledildiğine göre Rasûlullah (sav), “Müminin ferasetinden sakının. Çünkü o, Allah"ın nuruyla bakar.” buyurdu ve ardından, “Elbette bunda feraset sahipleri için ibretler vardır.” (Hicr, 15/75) âyetini okudu.”(T3127 Tirmizî, Tefsîru"l-Kur"ân, 15). Ayrıca bir âyette “Ey iman edenler! Şayet Allah’dan ittika eder, sakınırsanız, o size furkân (hem zahir, hem batında hak olanı olmayandan, iyiyi kötüden, temizi habisten ayırt edici bir marifet ve nur) verir.” (Enfâl, 29) buyurulmaktadır. Diğer bir âyette, “Bu (Kur’an), mümin bir toplum için Rabbinizden gelen basiretlerdir (kalp ve gözlerini açan beyanlardır), hidayet rehberidir, rahmettir.” (A’raf, 203) buyurulmuştur.

İslâmda kişiler zahire, dış görünüşe göre değerlendirilir. Kalplerin derinliklerindekini en iyi bilen Allah’tır. Ancak kalpte olan mutlaka dışarı sizacaktir. Müminler ferasetli insanlardır. Ayrıca etrafındaki insanlara, hele hele önemli vazifeler verilecek insanlara çok dikkat etmelidirler. Peygamber Efendimiz den bazı münafıklar görev ve sorumluluk istemişlerdir. Ancak Rasûlullah bunların gerçek yüzlerini bildiği için hiçbirine önemli bir görev vermemiştir. İçi dışı farklı olan insanlardan her türlü zarar gelebilir. Çünkü onun tek amaç ve hedefi menfaat ve dünyalık kazançlardır. Menfaat kimden gelirse ona meyledecek, onun kılıcını sallayacaktır. İnsanlık tarihi boyunca Sâmirî tiynetli insanlar bulunmuş, bundan böyle de bulunmaya devam edecektir. Bunların şerlerini, zararlarını bertaraf etmek için çok dikkatli ve net olmak gerekmektedir. En ufak bir gevşeklik bunlara cesâret verecektir.

Hz. Ömer onbeş yıl halifelik yapmış,  döneminde hiç bir fitne çıkmamıştır. Bunun O’nun basiretli ve dirayetli olmasından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Aynı kişiler O’nun döneminde de yöneticilik yaptığı hâlde sorun çıkaramamış, ama Hz. Osman döneminde bir sürü sorun çıkartmışlardır. Hz. Osman'ın yumuşak huyluluğu, toleransı ve yönetimdeki dirayetsizligi bunların istediği gibi hareket etmelerini sağlamış ve Hz. Osman'ın şehit edilmesi, devletin acziyet içinde kalması, kargaşa ortamının oluşması gibi çok büyük olaylara sebep olmuştur. Hz. Ali'ye başkaldıranlar da bunlar olmuştur. Devlet yöneticileri şahsına yapılan hakaret ve saldırılar karşısında merhametli ve affedici olmalıdırlar. Ancak vatan ve milleti ilgilendiren konularda adaleti gözeterek suçluları anında cezalandırmalıdırlar. Bu noktada yapılan hata ve gevşeklik diğer art niyetli insanları cesaretlendirecektir. Cezalandırma da asıl amaç caydırıcı olmaktır. Adaletle hükmedildigi ve suçlulara gereken ceza verildiği zaman, bu hem toplumda hukuka karşı güven duygusunu artıracak, hemde kötü niyetli insanları durduracaktır.

İnanmış insanın, olası her türlü tehlike ve tehdit karşısında uyanık olması, davranışlarında tedbirli olması ve kendi hatalarını faydalı tecrübelere dönüştürmesi, hiç şüphesiz feraset ve basireti elden bırakmamasına bağlıdır. Bu bakımdan, “Müminin ferasetinden sakının. Çünkü o, Allah"ın nuruyla bakar.” diyen Allah Rasûlü (sav), ferasetli olmayı mümin şahsiyetin temel bir zihinsel karakteri olarak ifade etmiş ve ferasetle “Allah"ın nuru” arasında bir ilgi kurmuştur. Feraset bir şey hakkında derinlemesine, ayrıntılarıyla, incelikli bir şekilde düşünmektir. Bir atlı (fâris) nasıl ki atının hareketlerine dair birtakım sezgilere sahip olur ve yolunu ona göre belirlerse, feraset sahibi mümin de hayata dair güçlü öngörülere sahiptir ve istikametini bu öngörüleri çercevesinde belirler. Bu hadiste imanî ve ilâhî yönü (vehbî) ortaya koyulan feraset, Allah'ın sevdiği ve değer verdiği kullarının kalplerine yerleştirdiği, doğru yolu gösteren, doğru tahminler yapmasını sağlayan sezgi ve ilhamlar anlamına da gelmektedir. Feraset, müminin aklı ve düşünce kabiliyetinin yanı sıra Rabbinin, ona imanı karşılığında verdiği bir lütuf olarak da anlaşılabilir. Buradan hareketle Hz. Peygamber'in dolaylı bir şekilde müminin anlayışlı, uyanık ve ferasetli olmasını istediği de söylenebilir. Ferasetin, doğuştan gelen zeka ve kabiliyet şeklinde ifade edilebilecek fıtrî yönü yanında, tecrübeyle artan yönleri de vardır. Sonradan kazanılan tecrübe, uzmanlık ve bilgi de feraseti tamamlayan unsurlardır.

Hz. Peygamber de feraset ve fetanet sahibi olması, üstün zekâsı ve anlayış kabiliyeti sayesinde birçok gizli şeyi bilebilmiş ve geleceğe dönük doğru tahminler yapabilmiştir. Rasûlullah'ın, bir arada yaşadığı münafıkları konuşmalarından hâl ve davranışlarından tanıması, onun idrak kuvveti ve üstün kabiliyetini göstermektedir. Yüce Allah bu hususa şöyle dikkat çekmiştir: “Biz dileseydik, onları sana gösterirdik de, sen onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun, sen onları, konuşma tarzlarından da tanırsın. Allah, yaptıklarınızı bilir.”(Muhammed, 47/30).  Kur’ân-ı Kerîm’de nifak kavramı kök halinde üç, çekimli fiil olarak iki ve münafık kelimesi de çoğul şeklinde yirmi beş âyette geçmektedir. Ayrıca Kur’an, diğer birçok âyette müminler ve kâfirlerden başka üç temel inanç grubundan biri olarak münafıklardan da bahsetmektedir. Ayrıca Münâfikūn adlı müstakil bir sûre de bulunmaktadır.

Kur’an terminolojisinde münafık kelimesi iki farklı tipteki insan için kullanılır. İlki halis münafıklar olup bunlar, “Aslında inanmadıkları halde Allah’a ve âhiret gününe iman ettik” derler (Bakara 2/8). İkincisi zihin karışıklığı, ruh bozukluğu veya irade zayıflığı yüzünden imanla küfür arasında gidip gelen, şüphe içinde bocalayan (Nisâ 4/137, 143; krş. Tevbe 9/44-45), imandan çok küfre yakın olan (Âl-i İmrân 3/167) çifte şahsiyetli insanlardır. Bazı âyetlerde “münafıklar” ve “kalplerinde hastalık bulunanlar” diye ikili ifade tarzının yer alması da bu farklılığı göstermektedir (Enfâl 8/49; Ahzâb 33/12). Halis münafıklar müminlerle karşılaştıklarında inandıklarını belirtirler, ancak asıl taraftarlarıyla baş başa kaldıkları zaman müminlerle alay ettiklerini söylerler (Bakara 2/14). Diğerleri ise Rasûl-i Ekrem’e inandıklarını sanmakla birlikte önemli işlerde din dışı otoritelere gitmeyi tercih etmekte, fakat başlarına bir felâket gelince Hz. Peygamber’e başvurmakta (Nisâ 4/60-62), böylece hak dine olan bağlılıkları dünyevî menfaatlerine göre değişmektedirler. (Hac 22/11). (DİA, Münafık mad.).

Münafıklar karmaşık bir yapıya sahip oldukları, bulunduğu ortama göre şekil aldıkları, kişilik ve karakter sahibi olmadıkları ve özellikle çıkar ve menfaatlerini önceledikleri için, kötülüklerinden korunmak ancak iyi tanınması ile mümkün olacaktır. Bu nedenle Kur’ân-ı Kerîm’de münafıkların özellikleri detaylı bir şekilde anlatılmaktadır. Kur'ân onların her şeyden korktukları, özellikle savaştan endişe duydukları belirtilmektedir (Tevbe 9/56-57; Muhammed 47/20-21; Münâfikūn 63/4), Allah’ı ve müminleri alaya aldıkları (et-Tevbe 9/65, 79), çok cimri, cok yalancı ve kibirli oldukları (Tevbe 9/67; Münâfikūn 63/1, 5), gösterişe önem verdikleri, maddî menfaat ve gösteriş için namaz kıldıkları, gerçekte ise dua ve ibadet hayatında isteksiz davrandıkları ve tembellik yaptıkları (Nisâ 4/142), ekini ve nesli (ekonomiyi ve kültürel hayatını) bozmaya uğraştıkları (Bakara 2/205), iyiliğe engel olmaya ve kötülüğü yaygınlaştırmaya çalıştıkları (Tevbe 9/67),  müminlere karşı kin besledikleri (Âl-i İmrân 3/119), müslümanlara yardım edilmesini engellemeye gayret ettikleri (Münâfikūn 63/7), kötü haberler yaydıkları (Ahzâb 33/57-60), günah, düşmanlık ve Hz. Peygamber’e isyan konusunda gizli faaliyetler yürüttükleri (Mücâdile 58/8; krş. Nisâ 4/108) ifade edilmektedir.

Münafıklar, Samirîler, ikiyüzlü kişiler kendilerini, yaptıkları telkinat ve şartlandırmayla inanç dünyalarını, oluşturdukları dar kalıpların içerisine oturtmuşlar ve bu pencereden nifak canlısı birer birey haline gelmişlerdir. Kendilerindeki bu acınacak halin sebebi ise panik savunma güdülerini harekete geçirerek kendi açılarından kârlı olacağını zannettikleri, gerçekte kötü olan bir uhrevî hayatı tercih etmeleridir. Bu tipler her açıdan ispat edilmiştir ki sosyal ve ekonomik statüye erişmek için arzuladıkları şeyleri inatçı bir şekilde dalgalandırmış ve harekete geçirmişlerdir. Yapmak, görmek ve işitmek istedikleri şeyleri elde etmek için her yolu meşru görmüşlerdir. Sosyal ve kültürel faktörlerin etkisiyle Müslümanlara karşı huysuzlukları, intikamcılık duyguları, saygısızlıkları ve buna bağlı birçok olumsuz davranışları artmıştır. Sözün özü münafık insanlar,“psikolojik ihtiyaçlar dini” veya “fonksiyonel din” olarak da isimlendirilen dış güdümlü dindarlık yaklaşımını benimsemişlerdir. Bu düşüncenin odağında dinî değerler birinci derecede önemini ve anlamını yitirmiş, dünyevî değer ve çıkarlar onların yerini almıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

Yorum Ekle

İlk Yorumlayan Siz Olun!

YAZARIN SON 5 YAZISI

Tüm Yazıları

SON HABERLER

Boğaziçi Eğitim Derneği

Boğaziği Eğitim Derneği Kurumsal Web sitesi.

Boğaziçi Eğitim Derneği

İstiklal Mah. Hamikoğlu Sok. No:16
44320 Battalgazi / Malatya

Dernek Yazılımı: Medya İnternet™ - Dernek Sitesi Kulga © Tüm Hakları Saklıdır.