TAKVÂ
Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, dindar olmak, itaat etmek, korkmak, çekinmek” anlamlarındaki vikāye masdarından türeyen takvâ kelimesini Seyyid Şerîf el-Cürcânî, “Allah’a itaat ederek azabından sakınmaktır, bu da ceza almayı haklı kılan davranışlardan nefsi korumak suretiyle gerçekleşir” şeklinde tarif eder (et-Taʿrîfât, “vḳy” md.). Takvâ ve kökün ittikā, takī, etkā, müttakī gibi diğer türevleri ve fiil şekilleri Kur’ân-ı Kerîm’de 285 yerde geçmektedir. Kur’an’da ve hadislerde takvâ bazan sözlük anlamında, bazan da “Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınarak azabından korunma” anlamında kullanılır. Genellikle peygamberler ümmetlerine, “Allah’tan sakının ve bana itaat edin” diye hitap etmiştir (Şuarâ 26/108, 179). Peygambere itaat eden Allah’a da itaat etmiş olacağından (Nisâ 4/80) takvâ Allah’a ve Rasulüne itaat etme anlamını içerir. Kur’an’da takvâ sahibi müminlerden bahsedilirken Allah’ın onları cehennem azabından koruduğu anlatılır (Duhân 44/56; Tûr 52/18; İnsân 76/11); bundan dolayı mümin Allah’ın kendisini cehennem azabından korumasını ister (Bakara 2/201; Âl-i İmrân 3/191). Allah’a “ehl-i takvâ” denmesi (Müddessir 74/56) koruyan ve korunulan olmasındandır. “Ateşin azabından bizi koru” duasında (Bakara 2/201; Âl-i İmrân 3/16, 191) veya, “Kendinizi, ailenizi ateşten koruyun” âyetinde geçen (Tahrîm 66/6) “koru” ve “koruyun” ifadeleri aynı kökten gelir.(DİA).
Takvâ kulun, azametinden korkarak ve rahmetini ümit ederek Rabb'ine karşı olan kulluk görevlerini yerine getirmesi, emirlerini tutup yasakladıklarından kaçınması anlamına gelen bir terimdir. Kur'an'da Allah katında insanların en üstünün en çok takva sahibi olanlar olduğu belirtilmiştir. (Hucurat Suresi, 49/13). Takva, insanın, özde ve sözde, davranışlarda, sözlerde ve fiillerde her zaman kendini Allah'ın huzurunda bilerek buna göre hareket etmesi, harama düşmek korkusuyla bazı helalleri de terk etmesi ve tüm varlığıyla O'na yönelmesiyle zirve bulur. Bu bağlamda Takva kelimesi, aynı zamanda Allah'a ve O'nun yarattıklarına karşı saygı, sevgi ve şükür duyarak varlık bilincinde olmak anlamını ifade eder. Arapça "Vikaye" kökünden türemiştir. 'İttika' kelimesi kendini korumak, kendi duygu, davranış ve düşüncelerinin farkında ve bilincinde olmak demektir. Bu kelime morfolojik, kelimenin iç yapısı olarak aynı zamanda bir şeyi muhafaza etmek, bir şeyi ıslah edip düzene koymak gibi anlamlara gelir. Muttakîn sıfatı Kur'an'da, her an Allah ile birlikte olduğunun bilincinde olup kendilik bilincinde olanlara verilen bir sıfattır. Takva kelimesi Kur'an'da farklı kelime kalıplarıyla pek çok yerde geçmektedir: "Ey iman edenler, kendinizi ve yakınlarınızı ateşten koruyun ..." (Tahrim, 66/6). "O'na gönülden yönelmiş kişiler olarak ve O'nun bilincinde olarak buluşmaya gelin (namaz kılın) ve Allah'a ait olan isim ve sıfatları başkasına veya başka bir şeye vermeyin (müşriklerden olmayın)."(Rum,30/31).
Takvada Hakk'ın hoşnutluğunu ve muhabbetini kaybetme kaygısını her an hissetme ve bu çerçevede davranış geliştirme anlamı öncelikli konumdadır. Kavramın etmolojik kökenindeki "korku" anlamı, korkunç bir nesneden değil, seven ile sevilen arasındaki muhabbet bağını ortadan kaldıracak her tür fiilden sakınmayı ifade eder. Takva, kul olarak Allah’a karşı maddi ve manevi bakımdan sorumluluklarımız olduğunu bilerek yaşamaktır. Rabbimizin emirlerine itaat edip O’nun hoşnutluğunu kazanmaktır. Rızasını kaybettirecek işlerden kaçınarak O’nun rahmetinin gölgesine sığınmaktır. Takva, Cenâb-ı Hakkın bizlere mükemmel bir örnek ve eşsiz bir rehber olarak gönderdiği sevgili Peygamberimizin izinden yürümektir. Peygamberimiz (s.a.s), genç sahabi Muâz b. Cebel’i Yemen’e elçi olarak tayin etmişti. Uğurlarken onunla birlikte yola çıktı ve bazı tavsiyelerde bulundu. Muâz bineğinin üstünde gidiyor, Rasûl-i Ekrem de onun yanında yürüyordu. Allah Resûlü (s.a.s) tavsiyelerinin sonunda şöyle buyurdu: “Ey Muâz! Bu seneden sonra benimle karşılaşamayabilirsin, belki de ancak şu mescidime veya kabrime uğrarsın.” Bu sözler üzerine Muâz (r.a), Peygamberimizden ayrılmanın üzüntüsüyle ağlamaya başladı. Allah Rasûlü ise yüzünü Medine’ye doğru çevirerek şöyle buyurdu: “İnsanların benim gözümde en üstün olanları, kim olurlarsa olsunlar ve hangi makam ve mevkide bulunurlarsa bulunsunlar, takva sahibi olanlarıdır.” (İbn Hanbel, V, 236).
Peygamber Efendimiz bir defasında, eliyle göğsünü işaret ederek üç kere “Takva işte buradadır”(İbn Hanbel, III, 134) buyurmuştur. Evet, takvanın yeri kalptir ancak belirtileri bedendedir, sözdedir, davranıştadır. Takvanın huzur veren etkisi, ibadetlerimizde, iyi işlerimizde ve güzel ahlakımızda kendisini gösterir. Takva bilincimiz, kötülük ve haramlardan kaçınmakla kuvvetlenir; dürüstlük ve samimiyetle kemale erer. Takva müminin kalkanıdır. Yüreğine düşen titreme, vicdanına dokunan sestir. Günahlarla arasına çekilen set, sevaplarla kurduğu ünsiyettir. Öyleyse takva sahibi bir mümin, kalbini fitne ve fesattan, dilini yalan ve iftiradan, gözünü harama bakmaktan korur. Elini haksızlığa uzatmaz, ayağıyla kötülük yolunda koşmaz. Bile bile günah işlemek bir yana, şüpheli şeylere dahi meyletmez. Zira muttaki bir mümin bilir ki, Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmek ona dünyada mutluluk, ahirette kurtuluş getirecektir. Takva, Rabbimiz katında bize değer kazandıran yegâne ölçüdür. Çünkü dinimize göre üstünlük ölçüsü mal, mülk, makam, meslek, ırk ve cinsiyet değildir. “Allah katında en değerliniz, en derin takva bilincine sahip olanınızdır”(Hucurât, 49/13) ayeti bu gerçeğe işaret etmektedir. İman ile şereflenen, takva elbisesine bürünen, tertemiz bir kalbe ve salih amellere sahip olan kişi, insanların en faziletlisidir. İşte Allah (c.c), böyle muttaki kimselerle beraberdir. Onların dostudur. Cenneti ve içindeki benzersiz nimetleri de muttakiler için hazırlamıştır.(Nahl, 16/128; Câsiye, 45/19; Ra’d, 13/35).
Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Azık edinin; kuşkusuz azığın en hayırlısı takvâdır. Ey akıl sahipleri! Bana karşı gelmekten sakının.”(Bakara, 2/197). O halde, şu fani dünyada hayatımızı takva ile bereketlendirelim. Günahlardan sakınıp hep iyi olmaya ve iyilikte bulunmaya devam edelim. Nefsimizin doyumsuz arzularına, şeytanın aldatmasına kanıp hem dünyamızı hem de ahiretimizi heba etmeyelim. Söylediğimiz her sözün, yaptığımız her işin hesabını bir gün Rabbimize vereceğimizi unutmayalım. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s)’in şu hadisini ilke edinelim: “Nerede olursan ol, Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde ol! Bilerek veya bilmeyerek bir kötülük işlersen peşinden iyi bir şey yap ki onu yok etsin. Bir de insanlara güzel ahlâkla davran!”(Tirmizî, Birr, 55).
“Elif Lâm Mim. O kitap (Kur’an): Onda asla şüphe yoktur. O müttakiler için bir hidâyet kaynağıdır. Onlar (o müttakiler) gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar. Sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler, ahiret gününe de kesinkes inanırlar. İşte onlar Rablerinden gelen bir hidâyet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.” (Bakara, 2/1-5). Bu ayetlere göre müttakilerin, takvâ sahiplerinin özellikleri şunlardır:
1. Gaybe İnanırlar. Kur’an-ı Kerim’e göre varlıklar iki kısma ayrılır. Bir kısmı gözle görülüp idrak edilemeyen varlıklar ki, bunlar gayb alemini oluşturur. Bir kısmı da gözle görülen elle tutulan varlıklardır. Bunlar da şehâdet alemini meydana getirir. Manevî varlıklar gayb alemindedir. Gayb alemine ait varlıklar da iki kısma ayrılır. Bir kısmının varlığını Allah’tan başka kimse bilmez. İman zaten görülmeyen, gayb olana inanmaktır. Bu iman, güvenilir kimsenin getirdiği haberlere inanmaktır. Görüneni kabul etmek iman değil, zorunlu kabullenmektir.
2. Namazı Dosdoğru Kılarlar. Namazı dosdoğru kılmak demek, namazın şartlarına uyarak güzelce edâ etmek demektir. Allah Teâlâ, imandan sonra namazdan daha üstün bir ibadet emretmemiştir. Peygamberimiz namaz için, “Namaz dinin direğidir”(Suyûtî, Feyzu’l-Kadir, IV, 248) buyurmuş, dini ayakta tutan bir ibadet olduğunu bildirmiştir. Günde beş vakit Allah’ın huzurunda duran kimsenin duygu ve düşüncelerinde mutlaka bir değişiklik olacaktır. Gayba imandan sonra namazın hemen ikinci sırada zikredilmesi önemlidir. İmanın sadece inançtan ibaret olmayıp eylem gerektirdiğini vurgulamaktadır.
3. Kendilerine Verilen Rızıktan Allah Yolunda Harcarlar. İnsan kazancını sadece kendisine harcamamalı, onu toplumu ile paylaşmalıdır. Çünkü insan yalnız yaşayan bir varlık değil, toplum halinde yaşayan medeni bir yaratıktır. Toplum halinde yaşayan insanların hepsi eşit değildir. Bir kısmı varlıklı iken bir kısmı yoksuldur. Bir kısmı sağlıklı iken bir kısmı malül ve hastalıklıdır. Sağlıklı ve varlıklı olan kimseler en yakınlarından başlamak üzere toplumdaki yoksulları, dul ve yetimleri, kimsesiz çocukları görüp gözetmek ve Allah’ın kendilerine verdiği nimetin bir bölümünü olsun onlara vermekle yükümlüdürler.
4. Sana İndirilen ve Senden Önce İndirilenlere İman Ederler. Müttakilerin dördüncü niteliği, hem son peygamber Hz. Muhammed (sav)’e hem de ondan önce gönderilmiş olan bütün Peygamberlere; hem son peygambere indirilen Kur’an’a hem de önceki peygamberlere indirilmiş olan tüm kitaplara iman ederler. Bu kitapların Allah kelâmı olduğuna inanırlar.
5. Ahirete de Kesinlikle İman Ederler. Ahirete inanmak demek, öldükten sonra dirileceğimize ve Allah’ın huzurunda dünyada yaptıklarımızdan mutlaka sorgulanacağımıza; iman edip iyi işler yapmış ve Allah’ın rızasını kazanmış olanların cennete gireceğine ve burada sonsuz bir şekilde yaşayacağına, Allah’ı inkâr edip inanmayanların ise Cehennem’de azap göreceğine inanmaktır. İşte bunlar müttakilerdir ve Rabblerinden hidâyet üzeredirler ve işte bunlar kurtuluşa eren bahtiyarlardır. Ahirete kesin olarak, yakīnen, görüyormuş gibi inanırlar. Âhirete yakīnen inanan kimse bütün bağlardan azade olmuş, gerçek özgürlüğü tatmış ve buna göre hareket eden kimsedir. Bugünkü müslümanların amelsizliğinin birinci nedeni âhiret inancının zayıflığından başka bir şey değildir.
“Rabbinizin bağışına ve genişliği göklerle yer arası kadar olan, müttakiler için hazırlanmış bulunan cennete koşun. O müttakiler ki bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar, insanları affederler. Allah iyilik edenleri sever. Ve onlar çirkin bir günah işledikleri, yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Allah’tan başka günahları kim bağışlayabilir? Bir de onlar bile bile, işledikleri günah üzerinde ısrar etmezler. İşte onların mükafatı Rableri tarafından bağışlanma ve altından ırmaklar akan, ebedi kalacakları cennetlerdir. Çalışanların mükafatı ne güzeldir.” (Âl-i İmrân, 3/133-136). Bu âyetlerde müttakilerin özel ahlâkî nitelikleri sayılıyor. Onlar sadece Allah’a ortak koşmaktan sakınmakla yetinmiyor, bir takım özelliklere de sahip bulunuyorlar. Bu özellikler şunlardır:
1. Bollukta ve Darlıkta Allah İçin Harcamak. Mal canın yongasıdır. İnsan kolay kolay malından ayrılamaz. Yoksul düşeceğinden korkar. Ancak müttakiler, hiç tereddüt etmeden bollukta da darlıkta da Allah yolunda seve seve harcarlar. Çünkü onlar, harcadıklarından kat kat fazlasını Allah’ın kendilerine vereceğine, ayrıca kıyamet gününde Allah’ın büyük ödülüne erişeceklerine inanırlar.(Bakara, 2/274).
2. İnsanları Affetmek. Affetmek ahlâkî bir erdemliktir ve insanı yüceltir. Peygamberimiz buyuruyor: “Sadaka malı eksiltmez. Af sebebiyle Allah bir kulun ancak şerefini artırır. Bir kimse Allah için tevazû gösterirse Allah onu ancak yükseltir.”(Müslim, “Birr”, 19).
3- Günah İşledikleri veya Kendilerine Zulmettikleri Zaman, Hemen Allah’ı Hatırlamak ve O’ndan Mağfiret Dilemek. Müttakiler, her hangi bir günahı işledikleri zaman o günahta ısrar etmez, hemen pişman olur tövbe ederler. Allah’tan bağışlanmalarını dilerler. İşte her hangi bir günah sonunda Allah’tan utanıp da hemen tövbe ve istiğfar edenlerin Allah Teâlâ tövbelerini kabul eder ve onları bağışlar ve cennetine koyarak ödüllendirir.
“Muhakkak Allah sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Fakat kalblerinize ve yaptıklarınıza bakar.” buyurmuştur. (Müslim, “Birr”, 10). Suret, şekil, milliyet, ırk, renk, dil, mal ve mülk bunların hepsi dünyaya aittir ve geçicidir. Baki kalacak olan ise insanın yaptıklarıdır. Bundan dolayı Allah insanların kalbine ve yaptıklarına bakar. Çünkü üstünlük bunlarda vardır. Diğerleri üstünlük ölçüsü değildir ve olamaz da. Zira insanın yaptığı iyilikte, kötülükte yok olmayacaktır. Bunların hesabını mutlaka verecektir. Yine Peygamberimiz, üç defa göğsüne işaret buyurarak: “Takva işte buradadır.” buyurmuştur.(Müslim, “Birr”, 10). Takva nın merkezi kalptir. Kalp temiz olunca dışarıya çıkacak olan da temiz olacaktır. Küp içindekini dışarı sızdırırmış. Elbette öncelikle inanç doğru olacak ki, ondan doğacak amel, davranış da doğru olsun. İman ve eylem birlikteliği çok önemlidir. Bu ikisinin birbirine uyumlu olmasi gerekir. Öncelikli olan inançtır, imandır. İman olmadan amelin bir değeri yoktur. Ancak imanın sağlam ve güçlü kalabilmesi için amel ve eylem şarttır.
Burada şunu da unutmamalıyız ki takvayı kesin ve tam olarak ölçecek olan biz insanlar değiliz, Cenâb-ı Allah'tır. Dolayısıyla insanları takvâlı veyâ takvâsız olarak belirlemek, sınıflamak doğru değildir. Zîrâ takvanın merkezi kalptir. Kalpleri bilecek olan sâdece Allah’tır. Biz dış görünüşe, zahire göre hüküm verebiliriz. Dış görünüş her zaman yüzde yüz doğruyu göstermez. İnsanlardan iki yüzlü, çıkar ve menfaatleri için kendilerini gizleyen münafıklık yapanlar her zaman ve her yerde bulunacaktır. Bu nedenle amelin, ibadetin Allah için yapılması gerekir. Başka amaç ve gayeler için yapılan amel, iş geçici amacına ulaşabilir, ama Allah’ın rızâsını kazandırmaz. İbadetin sahih olması için niyetin sahih olması şarttır.
Hüseyin KUBAT