Diyarbakır’a gidenler Diyarbakır’da yaşayanlar bilirler ne mübarek bir şehirdir. Rivayetlere göre altı peygamberi, 27'si şehit 541 sahabeyi misafir eden Diyarbakır Peygamberler, Nebiler ve Sahabeler şehridir. Bu kadar sahabe Mekke ve Medine’den sonra bu şehre nasip olmuştur ve vardır bir hikmeti. Bu hikmeti göremeyenlerin derdi karpuz olmuştur, kavga gürültü olmuştur. Oysaki bu kutlu belde halis bir İslam beldesidir. Kitabına, peygamberine her şeyden ve her şehirden daha çok sahip çıkmıştır. Bilmeyenler bilenlere sorup öğrenebilirler. Bu İslam beldesini şakilerle ve ehli tedhişle anmak evvela sahabeye-şühedaya haksızlıktır. İnsanı misafirperverdir, gönlü gözü toktur. Şehre giden bir yabancıysanız sizi ağırlamak için varlarını yoklarını döker buraların insanı. Çayı demli, gölgesi serin, muhabbeti tatlı bu beldenin Müslüman’ı kavidir.
Şehrin göbeğinde Ulu Camiî namıyla meşhur, fetih yadigarı siyah kesme taştan mamul, Müslümanlar tarafından 5. Harem-i Şerif (Mukaddes Mabed) olarak bilinen mübarek bir mabed vardır. Yüzyıllar geçmiş, sultanlar, hakanlar görmüş, serin gölgesi yolcuya yolda kalmışa sığınak olmuş, ezanları gönüller okşamış, sohbeti nice Müminin gönlüne inşirah olmuş huzur abidesi gibi dimdik durur. Tek başına bu beldenin İslam mührü gibidir o. Mihrabından minberine, duvarından avlusuna kadar bütün bir huzuru barındırır içinde. O duvarlar içli duaların, dileklerin, huşunun ve zikrullahın izlerini taşır. Kemerlerindeki hat işlemeler taşa can verir adeta, bu ayetlerle tüm mabed huşu içinde secdede durur gibidir.
Medresesi ilmin merkezi olmuş, tefsir, fıkıh, hadis ve kelamın en kallavi konuların ilmin edebine yakışır tarzda tahsil edilmiştir. Burada yetişen ulema, fukaha memleketin dört bir yanında hizmet görmüş arayanın bulabildiği memba olup, dini mübini nesillere ulaştırmıştır.
Çok değil yakın bir geçmişte, bir ikindi vakti namazın huşusu ile avluya adımınızı attığınızda, avlunun kenarında gelene geçene, namazdan çıkıp etrafına meraklı gözlerle bakana bir şeyler anlatan, zayıf çehreli, mütevazı kılıklı, bir âdem dikkatinizi çekerdi. Nasipliyseniz ve siz de meczup zannetmediyseniz anlatılanlara kulak kesilmemeniz pek mümkün olmazdı. Kendine has üslubuyla, yöresel Türkçesiyle takılmadan konuşan, sorulara aynı üslupla cevap veren bunu yaparken, mutlak bilgi kaynağı olmadığını söyleyip düşünmeye ve araştırmaya davet eden zamane dervişinin hiçbir şeyden pervasının olmadığını da hemen anlardınız.
Kiminin hırpânî kılıklı, kiminin meczup, kiminin ajan, kiminin de kendi dini algılarına uymadığı için türlü yakıştırmalarda bulundukları bu zamane dervişinin değme müftülerden, hocalardan daha fazla dinleyicisi olur, sorular sorulur, itirazlar edilir, analizler yapılırdı caminin bir köşesinde. Zaman olur usta bir tiyatrocunun tiratları gibi soluksuz, inandığı doğruları haykırır, zaman olur elinde tespihleriyle nafakasını tedarik ederdi. Dinleyen herkesin nasibine mutlaka birkaç ayet düşer, bir münadi gibi kitaba ve Rabbine davet ederdi.
Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi: “Ey kavmim! Bu elçilere uyun.” Yâsîn Suresi 20. Ayet
Görevli değil gönüllüyü Ramazan Hoca. Hoca da değildi aslında, bildiğinin alimi bilmediğinin talibi gönüllü bir İslam davetçisiydi. İddiasızdı. Büyük büyük planları, kerameti, cemaati-tarikatı, teşkilatlanması, organizasyonu yoktu. Dinleyenlere Kur’an’dan ayetler aktaran, çok sevdiği peygamberinin hayatından ve sözlerinden örnekler veren “saf bir İslam davetçisi”ydi. Davetin en saf ve katışıksız hali onun davranışlarında ve sözlerinde kendini ele verirdi. Etrafına toplanan veya sosyal medya hesaplarından dinleyenlerden bir şey beklemez sadece Rabbini razı etmek gayretinde olduğunu sürekli söylerdi. ('Sizden ücret istemeyenlere uyun, onlar hidayet bulmuş kimselerdir.' .” Yâsîn Suresi 21. Ayet)
Ramazan Hoca anlattı anlattı… Gündüz anlattı, gece anlattı, tek tek anlattı, toplu anlattı, açık açık anlattı, gizli gizli anlattı… Onu ayak takımından görenler kulaklarını kapattı, rahatsız olanlar deli deyip şikâyet etti, gençlerin dinlemesinden rahatsız olanlar tehdit etti. Sünnetullah olan da bu değil miydi?
Yılmadı bu garip derviş! Yıllarca avlusunu mesken edindiği camide, şehrinin sokaklarında çağrısını sürdürdü. Kimsenin himmetini ummadı, nüfuzunu kullanmadı. Yeri geldi tespih sattı, yeri geldi temizlik, yeri geldi mezarlık bakımı yaptı. Siyasi emelleri olmadı, kimsenin ikbaline göz kırpmadı, kimseye minnet etmedi. Onun tek derdi ve davası Allah’ın kitabına ve Resulün yoluna davet etmekti.
Ramazan Hoca şehit oldu. Onun varlığı, bildiğimizin ötesinde, birçoklarını rahatsız etmiş olacak ki varlığına daha fazla dayanamadılar. Hicret ettiği İstanbul’un Cerrahpaşa semtinde gençlere ulaşabilmek ve nafakasını çıkarabilmek için açtığı çay ocağında namaz kılarken, Rabbiyle olan kurbiyetini tehlike görenler katletti onu.
Şu çay ocakları nelere şahit olmuştur yakın tarihimizde kim bilir! Çayın buğusunda ne sohbetler demlenmiş, muhabbetin en koyusunda devletler kurulmuş, umutlar bilenmiş, fedakarlığın şiiri yazılmıştır. İslam’a davetin en samimi mekanları çay ocakları olmuştur son yüzyıldır. Tekkelerin olmadığı zamanlarda muhabbetin, samimiyetin, davetin yükünü omuzlamış, en kallavi teorik tartışmalardan en samimi dostlukları demlemiş, gelenin okuduğu, gidenin bildiği okul olmuşlardır.
Gün gelmiş yeni okunan tefsirlerden pasajlar paylaşılmış, yetmemiş teksir makineleriyle çoğaltılmış, elden ele ders malzemesi olmuş, gelene geçene, çay kahve içene vecd ile okutulmuş bir Kur’an mektebine dönüşmüş, yeri gelmiş hadis senetlerinin tartışıldığı dar’ul hadis olmuş, usûl, fıkıh edebiyat konuşulmuş mübarek mekânlar olmuşlardır.
Pazarlıksız, saf İslam’a davetin tarihi buralarda yazılmıştır hep.
İstanbul’un Cerrahpaşa semtinde “Diyarbakırlı Ramazan Hocanın Yeri” de işte tam da bu amaca hizmet etmek için vücud bulmuş, kısa zamanda gelenin geçenin, okuldan çıkan gençlerin, garip gurabanın uğrak mekanı olmuştu. Ramazan Hoca Diyarbakır Ulu Camiinde başladığı tebliğ vazifesine, millete bela bir örgütün yıllardır devam eden tehditler sonrası bir hicret kararı almaya mecbur bırakılmış, İstanbul’da, bu çay ocağında devam etme kararını almıştı. Garip bir dervişin istediği şehadetin burada nasip olacağını kim bilecekti? Şehrin büyüklüğünde kaybolan, kaybolması beklenen yüreği büyük kendisi küçük insanların, birçoklarını korkutabileceğini kim bilebilirdi? Öyle oldu. Ramazan Hocaya bir namaz sırasında kıydılar… Maktul yakalandı, o kadar… Sonrasını bilmiyoruz henüz.
Çay ocağının tarabalarını indirdiler. Gazeteciler gitti geldi, televizyonlarda yorumlar yapıldı, uzun nutuklar atıldı. Dükkânın önünde birkaç gün gelip gidenler, başını eğmiş sessizce, için için ağlayan, konuşamayan ve duymayan yaşlı kadının görmediler. Zalimleri yakmaya yetecek bu içli göz yaşlarını döken bu hüzünlü gözler kısa sürede ne güzelliklere şahit olmuştu çay ocağında. Yemekler ikram edilmiş, hatrı sorulmuş, bir garip başka bir garibe sahip çıkmıştı. Bu dervişin arkasından en samimi ahlar belki bu yaşlı kadının gönlünden dökülenlerdi.
Şehadet bir zaferdir diyen Ramazan Hoca şehadete erdi. Bütün dünya senin olsun iman benim olsun diyen bir dervişin imanından rahatsız olanlar kirli hesaplar yaptılar. Samimi bir imanın ne anlama geldiğini biliyorlardı besbelli. Memleketin uzak bir köşesinden gelip kitaba ve elçilere uyun diyen davetçiyi katlettiler.