Gönül kapım daim açık
İster gel yâr ister gelme
Benim sevdam uçuk kaçık
İster al yâr ister alma
İnan derdim baştan aşkın
İçim şaşkın dışım şaşkın
Derdime dermandır aşkın
İster ol yâr ister olma
Bir virane evim barkım
Hüzün tüter türküm şarkım
Dönmese de sensiz çarkım
İster kal yâr ister kalma
Bir dervişin nefesiyim
Bir kırık sazın sesiyim
Bir garip aşk bestesiyim
İster çal yâr ister çalma
Bulanlar daldı derine
Deryanın en dip yerine
Bir rüyadan diğerine
İster dal yâr ister dalma
Geçenlerde, yazılarını beğenerek okuduğum değerli dostum sinema eleştirmeni/senarist Ahmet Demir beni aradı ve bir kültür-edebiyat dergisi için bir hikâye yazmamı rica etti. Edebiyat denince akla her ne kadar yekpare bir bütün geliyorsa da aslında edebiyatın her bir alt dalı, ayrı bir sanat dalı gibi…
Söz gelimi Sezai Karakoç denince akla daha çok şiir gelir, Rasim Özdenören denince deneme, İskender Pala denince roman yahut Mustafa Kutlu denince hikâye… Bu bağlamda ben de edebiyatın daha çok şiir ve deneme-sohbet türleriyle iştigal ettiğimi söyleyebilirim. Boğaziçi internet adresinde alanım kültür-edebiyat gereği her ne kadar deneme ağırlıklı yazılara devam etsem de arada köşe yazısı formatına kaydığımı da inkâr edemem.
Açıkçası hikâye, roman, hatta edebiyatın her bir alt dalı; ayrı bir sanat dalı gibi değerlendirilmeli. Bu nedenle değerli arkadaşıma özür beyan edip dilerse bir şiir veya deneme gönderme önerisinde bulundum. Şiirde mutabık kalınca son zamanlarda yazdığım şiirlerden biri olan yukarıda verdiğim eseri gönderdim.
Birkaç gün sonra Sayın Demir, beni yine aradı ve yanında ilahi sanatçısı Sayın Nurullah Kuray olduğunu, benim malum şiiri beğendiğini ve ilahi formatında bestelemek istediğini söyledi. Ancak şiirdeki bazı bölümlerde neyi kastettiğimi merak ettiğini ifade etti.
Bir şiirde şair neyi kastetmiştir? Yüksek lisans ve doktora eğitim süreci boyunca da çok sık muhatap olduğumuz bir soruydu bu: Şair, burada ne anlatmak istiyor? Bu soru bana çok anlamsız geliyor. Zira bir şiir; bir gazetede, bir dergide, bir yerlerde yayımlanmadan önce mahremdir, şairin öz malıdır. Ancak ne zamanki toplumun beğenisine sunulur, artık o toplumun malıdır, yalnızca şairin eseri olmaktan çıkmıştır. Aynı şiirden her okur farklı bir tat alabilir, farklı duygular hissedebilir, farklı şeyler anlayabilir pekâlâ.
Ahmet Haşim’in “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden / Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak” mısralarından herkesin aynı şeyleri anlamasını beklemek insanî de, edebî de olmasa gerek.
Yine düğün ve eğlence ortamlarında bir oyun havası olarak çalınan “Hey On Beşli” türküsünün aslında Çanakkale Savaşı sırasında yazılmış oldukça hüzünlü bir ağıt olduğunu biliyor muydunuz?
Evet, elbette şair ortaya bir eser koyarken bir duygu yoğunluğu içerisinde bunları kaleme almıştır, belki didaktik yönü ağır basan eserlerde açık açık bazı mesajlar da vermiştir, kastettiği bazı şeyler de vardır. Ama bütün bunlara rağmen okur, eserden şairin kastettiği şeyleri anlamak zorunda olmadığı gibi bazen tamamen ondan farklı bir hissiyata da bürünebilir.
Kaldı ki şair, şiirlerinde kendi gerçek duygularını, yaşantı ve tecrübelerini anlatmak zorunda da değildir. Bir şair, pekâlâ kurmaca bir anlatı hükmündeki şiirlerinde kurmaca karakterler yaratarak onların ruh hâlini kâğıda dökebilir.
Yukarıda yer verdiğim esere gelince, bu şiirde şairin (benim) ne anlatmak istediğinin pek bir önemi yok aslında, evet, dediğim gibi eser bir yerlerde yayımlandığına göre artık her okurun kendi duygu durumuna göre farklı şeyler hissetme hakkı vardır elbette, ilahi sanatçısı değerli Nurullah Kuray’ın da eseri istediği gibi yorumlama hakkına sahip olduğu gibi…
Sözün özü çoğu zaman sizin ne söylediğinizin bir önemi yok, muhatabınızın ne hissettiği, ne anladığı önemli.