TYT, AYT, KPSS, ALES derken birbiri ardınca yapılan bir sürü sınavı geride bıraktık. Bu yıl bir yandan kızım üniversiteyi bitirdiği, öte yandan oğlum da üniversiteye başlayacağı için bütün sınavlarda doğal olarak görev aldım. Görev dediysem öğretmenlerin sınav görevi değil hani. Bizim görevimiz eşimle beraber sabahleyin çocuğu sınava götürmek, sınav bitene kadar okulun çevresinde gölgede bir yerde onu beklemek… Bizim gibi bu sancılı kaderi paylaşan milyonlarca anne-baba…
İşimiz yazmak olunca böyle durumlarda gözlem yapmak kaçınılmaz oluyor tabii. Çeşit çeşit insanlar var bekleşenler arasında: Yasin okuyanlar, tespih çekenler, dua edenler, gazetekitap okuyanlar, bir şeyler atıştıranlar, boşluğa bakıp dalanlar…
Benim dikkatimi özellikle kapalı anneler ve açık kızları çekti. Öyle üç beş değil, kahir ekseriyete sahip sayısal olarak. Evet, pek çok kadın kapalı, hatta öyle geleneksel veya modernist diyebileceğimiz bir örtü tarzı da değil. Pardösü ile, omuzlara kadar sarkan başörtüsü ile tesettürlü annelerimiz, ama kızlar üst baş açık. Çoğu dar kesim kot pantolon üzerine kolsuz bir penye giyinmiş…
Herkesin giyim kuşamı elbette kendisini ilgilendirir. Bu satırların yazarı, bireysel tercihlere saygı duyar. Lakin benim bu yazıda üzerinde durmak istediğim nokta, kapalı annelerin açık kızları paradoksu.
Anlaşılan o ki 22 yıllık muhafazakâr iktidar dönemi birçok şey getirdiği gibi birçok şey de götürdü Müslümanlardan: samimiyet, ihlâs, tesettür, kadın-erkek adabı… 90’lı yıllarda seküler hayat tarzına sahip ailelerin kızları üniversitede okurken mütedeyyin bacılarımızdan etkilenir, tesettüre bürünür, sadece 28 Şubat’ın despot devlet zihniyetine karşı değil, aynı zamanda öz anne-babalarına karşı da mücadele vermek zorunda kalırlardı. Benim gibi 28
Şubat sürecinde üniversite eğitimini sürdürmüş okurlarım, başörtüsünü çıkarmamak için nice imanlı ablamızın eğitimini bırakmak zorunda kaldığını çok iyi hatırlayacaktır. Bir an için o meşum günleri gözlerinizde tekrar canlandırın:
Başörtüsüne özgürlük için yapılan yüzlerce eylem, kampüs kapılarında bekletilerek üniversiteye alınmayan tesettürlü ablalarımız, soruşturmalar, kovuşturmalar, disiplin cezaları ve nihayet üniversiteden atılmalar… Eğitim hayatına son verilen binlerce genç kız, sırf başörtülü oldukları için. Hatta cezaevine atılanlar, aylarını, yıllarını zindanlarda geçiren Müslüman insanlar.
Akranları üniversitelerden mezun olup memuriyete başlarken, iş hayatına atılırken sırf imanından, İslam inancından dolayı yirmi yıl bu haklarından mahrum kalan insanlar…
Peki, daha o karanlık günlerin üzerinden çeyrek asır geçmemiş iken, daha 28 Şubat sürecinde mağdur edilmiş binlerce insanın gasbedilmiş hakları iade edilmemiş iken başörtülü genç kız sayısının her geçen gün azalmasının gerekçesi ne? Ne yazık ki artık tesettürlü annelerimizin açık, hatta dekolte giyinen, kafelerde kızlı erkekli muhabbet(!) ortamlarına dâhil olan kızları var. Erkeklerin de İslamî yaşam tarzından uzaklaşma anlamında kızlarımızdan daha da ilerde olduğunu söylememe bilmem gerek var mı?
Bu acı realite karşısında mütedeyyin anne-babalar olarak iki kurumu kıyasıya eleştirebiliriz: hükûmet ve cemaatler. Peşinen söyleyeyim ki her iki kurumun da kısmen hataları olsa da asıl hatalı olan biz anne-babalarız.
Biz ki dâr-ı İslam-ı hakikide yaşadığımız yanılgısından hareketle her işi, çocuklarımızın İslamî eğitim ve terbiyesini de hükûmete havale ettiğimizden özbeöz çocuklarımızı, gençlerimizi, kızlarımızı kaybetme noktasına sürükleniyoruz ne yazık ki. Siyasilerin dindar bir gençlik söylemi gök kubbede hoş bir seda olarak kulaklarımıza çarpıp hava boşluğunda kaybolup gidiyor. Kanaatimce dindar bir nesil, çocuklarını göndermedikleri halde siyasî iradeye yaranmak adına yerel burjuva ve bürokrasinin İHL açma yarışına girmesi ile, Kur’an-ı Kerim ve siyer derslerinin devlet eliyle seçmeli/zorunlu ders olarak verilmesi ile olmuyor, olmaz da. Çocuklarımızın dinî ve ahlakî eğitimi sadece devletin resmî, soğuk ve maaşlı personellerine bırakılamaz.
Gelelim cemaatler konusuna veya günümüz deyişiyle STK’lara. 28 Şubat sürecinde bu samimi insanlar büyük bedeller öderken aman ucu bize dokunmasın diye onlarla selamı sabahı kestik. Bin yıl süreceği söylenen kirli tezgâh beş yıl sonra tarihin çöplüğüne atıldı. Samimi Müslümanlar dernekler, vakıflar açtılar ve sırf Allah rızası için tekrar çocuklarımızın eğitimine talip oldular. Ama çoğumuz henüz cesaretimizi toplayamadık, ürktük, korktuk; AK Parti’nin derin yapılar karşısında biraz daha, biraz daha güçlenmesini bekledik. Fakat bu on yıl içerisinde çocuklarımız, gençlerimiz Müslüman yaşam tarzından uzaklaştıkça uzaklaştı.
Üzerine 15 Temmuz FETÖ kalkışması yaşanınca bütün İslamî camialara cephe aldık, çocuklarımızı hiçbir STK’ya göndermez olduk. Oysaki su-i misal emsal olmaz.
Diyeceğim şu ki genel olarak çocuklarımızın İslamî eğitimi için özelde de kızlarımızın başörtüsü için en büyük görev öncelikle biz anne-babalara düşer. Bu konuda siyasi irade pek çok alan açtığı gibi gizli saklı gündemi olmayan, bütün çalışmalarını şeffaf bir biçimde sürdüren ve Anadolu’nun bağrından filizlenip yarım asrı aşkın bir süredir İslamî çalışmalarda bulunan onlarca STK’ya çocuklarımızı yönlendirebiliriz. Emin olun ki bu STK’lar şeffaf bir biçimde her an, her zaman hem sizlerin hem de devletimizin denetimine açık.
Asıl soru bence şu: Okullar, kurslar, dershaneler, özel dersler vesaire, vesaire çocuğunuzun dünyasını kurtarmak adına gösterdiğiniz gayreti acaba ahiretini kurtarmak için de göstermeye var mısınız? Yok hayır, Allah’ın emri gereği ben kapalıyım ama kızım açık olsun; ben namaz kılıyorum ama oğlum kılmasın, diyorsanız bu durumda çok sevdiğim bir türküyü mırıldanabilirim sadece:
Bu ne yaman çelişki anne…