İnsan her ne kadar kişi olarak dünyaya gelse de aslında toplumsal bir varlıktır. Çünkü yaşamını sürdürebilmek için birbirine ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç yaşamsal döngünün parçası olduğu gibi toplumu maddi ve manevi anlamda da kuşatmalıdır.
Aslında insanın kendisini yaşadığı toplumun parçası hissetmesi onun sahip olduğu anlayışla alakalıdır. İnsanı böyle bir anlayışa iten ise sahip olduğu düşünsel altyapıdır. İnsan, kendisini sadece toplumun ekonomik bir parçası olarak görmemelidir. Toplumun ruhuna sirayet eden maddi manevi ne varsa o toplumda yaşayan insanı alakadar eder. Maddi açıdan kendini yeteri görerek sırtını toplumun yaralarına dönmek insani bir tutum değildir.
Peygamber efendimizin hadisinde belirterek bizi toplumsal yaşamda hassasiyete sevk eden “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” hadisi aslında çevremizde var olan ekonomik açlığın yanında, merhamet, vicdan, adalet açlığına da vurgu yapmaktadır. Adaletin, merhametin olmadığı ve vicdanların uyanıp harekete geçmediği, toplumsal yaraları sarmak için harekete geçilmediği bir anlayış insani bir tutum değildir.
İnsanların karizması olduğu gibi toplumlarında karizması vardır. Tarihte adalet, merhamet, vicdan gibi daha birçok değeri bağrından söküp atan toplumlar kendi karizmasını da kaybetmiştir.
İnsan bu değerlerle insandır. Bu değerleri kendisinde barındırmayan insanlar ve toplumlar adlında sadece bir görüntüden ibarettir.
Mutluluk yalnızca kişini kendi hayatını sınırlarına hapsedip yaşayacağı bir kavram değildir.
Tolstoy “Kendi mutluluğundan başka hedefi olmayan insan kötüdür” der.
Mutluluk sadece insanın kendi hayat standartlarına sığdıracağı bir olgu değildir.
Bu şekildeki anlayışın insana bir getirisi olamaz. Bu insanın bencilliğinin ve dar kafalılığa götürür, mutluluğa değil. Eğer insan mutluluğu hedefliyorsa her koşulda diğer insanlarında mutlu olması için de mücadele etmelidir. Mutluluklar, iyilikler ancak bu şekilde ortaya çıkar.
Kendini sadece kendi hayatının dar kalıplarına hapseden kişinin hayatındaki mutluluk devamlı olmaz.
Bizler insan olarak yaşadığımız toplumun, dünyanın imarından ve inşasından sorumlu olduğumuz için bana neci tavırlar içinde olamayız.
Benliğimizde diğerkâmlığı barındırmalı ve hayatımızın merkezi noktalarından birine yerleştirmeliyiz. Tarihin içinde hareket halinde olan bizler yaşadığımız çağa ve çağın sorunlarına seyirci olarak kalamayız.
Çünkü çevremizi ihya etmek, geleceğe dair güzel ve anlamlı tavırlar bırakmak zorundayız. Çağın atan nabzına bizlerinde kan pompalaması gerekir.
Yaşadığımız toplumda umudu canlı tutan insanlar olmalı ve gelecek kuşaklara aktarmalıyız. Kolumuzla, kanadımızla, gönlümüzle ve inancımızla yaşadığımız çağı kuşatmalıyız.
Peygamber efendimizin hadisinde belirttiği gibi” Kıyametin kopacağını bilsek dahi elimizdeki fidanı toprağa dikmeliyiz” bu sorumluluk duygusu ile topluma ve çağımıza yaklaşmalıyız.