Ben hem kimliği hem de kendisi yok sayılmış, gecelere mahkûm, şehirlerinde tankların ölüm kustuğu, nice özgürlük tutsağı insanların zulmün her türlüsüne isyan bayrağını açtığı bir ülkenin çocuğuyum. Irgatıyım özgürlük sevdasının, ayağına vurulmuş prangalara aldırmadan bir de demir parmaklıklara.
Ashabı uhdut sabrı kuşanmış, İbrahimce bir yürüyüş eylemiştik ve bunun adını da yaşamak koymuştuk bu şehirde. Adımıza nice şiirler yazılsa da nice ağıtlar ve marşlar söylense de yüzünü dönmeyecekti ülkemin küskün çocukları insanlara özgürlüklerine kavuşmadan. And içmiştik üzerimizi kaplayan barut kokularına aldırmadan, kıracaktık zulmün boynumuza ve bileklerimize taktığı zincirlerin halkalarını. Alkış tutmamıştık haksızlığa hiç bir zaman yazgımıza ölüm düşse de. Sobeleniyordu çocuklarımız körebe oynarken ve uçurdukları uçurtmalar gökyüzünde vuruluyordu bombalarla.
Bir tarafımız nehir diğer tarafımız denizdi ve bu ikisi arasında özgürlüğe susamış biz vardık. Gün olmuyordu ki kopardığımız her takvim yaprağınına kan damlamasın ve düşmesin toprağa bir ana kucağındaki çocuğuyla. Renklerin anlamını kaybettiği, tüm renklerin siyaha dönüştüğü bir ülkede çocukların yapacakları resimler nasıl olurdu acaba?
Yani acının rengi olur muydu, yüzünü döner miydi Hanzala sırtında ki hançer yarsıyla yeryüzünde ki insanlara? Ama yine de biz küfrün, ihanetin kopkoyu karanlığına aldırmadan ışık saçacaktık yeryüzüne. Yırtacaktık zulmün soğuk yüzünü birikmiş kinimizle ve kan kussakta dirhem dirhem kavuşacaktık özgürlüğe. Ve karanlık gecelerden şafağa kurşun sıkan elleri kıracaktık bir bir. Tarihin yüreğiydik biz merhamete susamış bu çağda. Nehirler fışkıracaktı göz pınarlarımızdan, yağmur olup yağacaktık yeryüzüne damla damla. Alnımızda birikmiş secdelerle o kutlu nebinin izinde özgürlüğe olan sevdamızla karanfiller yetişecekti o masum çocukların göz bebeklerinde.
Ve yıkılmış şehrin altında nice umutlar dirilip canlanacaktı biliyorum.