Her başlangıç içinde büyük bir umudu barındırır. Varlığını ifade etmek, tanımlamak ve ifadelendirmek insanoğlunun başlıca ameliyesidir. Bu çabaların en büyüğü ve anlamlısı düşünmektir. Düşünmek; yolda olmaktır.(Heidegger, 2005) Bu yol akıldan, insanın bitmez tükenmez tecessüsünden, tarihin derinliklerinden, kültürün ırmaklarından, geleneğin çeşmesinden geçer. Yolda iken karşılaşılan her şeye; ne, nasıl, niçin, ne zaman, nerede sorularını sorabilmektir. Düşünce düşünmenin, düşünme anlamanın, anlamak okumanın, okumak kendi varlığını arayışın ürünüdür. Bu süreç her daim şüphe ve merak ile süre gider.
“Düşünce şüpheyle başlar. Düşünce, tezatlarıyla bütündür. Zıt fikirlere kulaklarımızı tıkamak, kendimizi hataya mahkûm etmek değil midir? (Meriç,1999) Her şeyin zıttıyla kaim olduğu hayatta zıt- karşı olanın tanımlandığı, açığa çıkarıldığı ölçüde düşünce varlık şansı bulabilir. Zıttını yok etmek değil onu tanımlayarak varlığını şekillendirerek anlam aynasındaki yerini bulabilmektir. “Düşünmek, insan üzerinde düşünmek, mutlaka yasak bölgelerden birkaçına dalıp çıkmakla olur.” (Meriç, 1999) İnsanlaşan ilk beşer Âdem’in yasak meyveye uzanışı; aklın uyanışı, kendi varlık alanını belirlemek ve kendi gerçeğini bulmanın ürünüdür. Düşünce bu noktada geride, perde ardında, korunanı bilmek ve bu gerçeği ortaya çıkarmanın çabasıdır.
İslam Dünyası Gazali’den bu yana düşünmenin günah sayılabilecek derecede dışlandığı, aklın tüm algılama girişimlerinin bu çerçeve içine alındığı bir süreç yaşamaktadır. Felsefeye karşı duruşun aklı reddederek yerini sağlamlaştırma ihtiyacı ile Müslüman toplumlar aklın işlevlerini anlamaktan ve kullanmaktan çok uzaktadır. İslam düşüncesinin başlıca kaynakları olan Kur’an ve hadislerin düşünme ve düşünceyi oluşturmayı teşvik eden emir ve yorumlarının aksine toplum içi iktidar sahipleri ile devlet elitleri aklı kullanamamanın onlara kazandırdığı imkânların hoşnutluğu içinde olduklarından bu durumu tersine döndürecek çabalar ortaya koymamaktadırlar. Bu çabaları ortaya koyanlarda düşünsel- sosyal ve coğrafik sürgünlükler yaşatılmıştır. “Düşünmek Farzdır” diyen Şair Metin Önal Mengüşoğlu, aynı ismi taşıyan eserinde düşünmenin İslam aklı içindeki yerini çok güzel bir şekilde ifade eder. İslam düşüncesinin başlıca ana damarları olan “Beyan, Burhan ve İrfan”ın yeniden tanımlanması ve mecz edilmesinden başka çıkış yolu bulunmamaktadır. Düşünmek; Akıl ve Aşk arasındaki doğru ilişkiyi kurmakla mümkündür. Modernleşme sürecinde Doğu Aşk’ı bir yana bırakıp sadece Batı’nın yaptığı gibi sadece Akıl ile kendi varlığını yeniden tanımlamaya çalışmıştır. Bu derin yanılgı yeni illüzyonlar, çatışmalar, ayrışmalar yaratmıştır. Aşk’sız Batı, Akıl’sız bir Doğu tasavvuru insanlık için daha derin acılar getirecektir. “İlim ehline aşk(duygu) aşk ehline ilim(düşünce) gerekir. İnsan ancak gayret ile bilip bilgin(alim); aşk ile tanıyıp bilge(arif) olabilir; zira bilmek mertebesi azim ve gayret, tanımak mertebesi ise aşk ve mehabet ister.” (Cündioğlu, 2007:38) Bu ihtiyacı giderecek düşünce damarını beslemek ve ortaya çıkarmak gerekir.
Hayatımızdaki ifade ettiğimiz sözler, ortaya koyduğumuz davranışlar çoğunlukla düşüncenin ürünü değildir. Bunlar alışkanlıkların, arzu ve heveslerin, duygusal dalgalanmaların sonucudur. Ödünç kelimeler ve çalıntı bilinçlerle gösterilmeye çalışılan aklın yolu düşünceden geçmemektedir. Türkiye’de bunları ortaya koyanların erdemliliğin, düşünce ve sözün temsilcisi olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Bu ülkede birbirini besleyen düşünce halkalarının varlığından söz edemeyiz. Düşünmenin halk tarafından önemsenmediği daha da vahimi tehlikeli olarak görülen bir ülkede insanların bu eylemi layıkıyla yerine getirmeleri beklenemez. Türk halkı da demagojiyi düşünce diye yutturmaya çalışanlardan bıktığı ve okuyan- yazan- düşünenlerin yolunun hapishanelerden geçtiğini gören halk, çocuğunun böyle bir süreçten uzak durması için her an düşünme çabasını engelleyecek bir tavır içinde olagelmiştir. Ayrıca düşünmenin insanı dini yaşamada ve sosyal hayatında sapkınlıklara götürdüğü iddia edilir. Onun içindir ki çok okumak ve yorumlama yapmak hep tehlikeli olarak addedilmiştir. “Gördüklerimin bulanık görünüyor olması halinde, bulanıklığın gördüklerimden mi, görüşümden mi kaynaklandığından nasıl emin olabilirim?” (Cündioğlu, 2007:14) Kendi görüşünün netliğinden, doğruluğundan dem vuran insanlar gördüklerinin değil görüşlerinin bulanıklığını giderecek, aydınlatacak bir adım atma cesareti gösterememektedir. Duyguyu her şeyin ifade dili olarak kullanan Türk halkı aklı yaşamın dışında bir yer vererek algı alanını şekillendirmiştir.
Türk siyasal elitleri bir taraftan tarihsel kırılmalardan yeni düşünceler ihdas etmeye çalışırken bir taraftan da kendine muhalif addettiği her düşünme çabasını çeşitli yollarla engellemeye çalışmıştır. Yıllar yılı bu topraklarda farklı düşünen, eleştiren, sorunlara çözüm üreten beyinlerin yolu mahkeme kapılarından, hapishane köşelerinden veya ülke dışına sürgünlerde geçmiştir. Cemil Meriç’in tarifiyle "Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım: Karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi! Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar?" Ülkenin sembollerinden olan İstiklal Marşı yazarına reva görülen uygulamanın toplumsal ve devlet yönünden kaynakları iyi tespit edilmelidir. Son yüzyılda şiddete başvurmadan sadece düşüncelerini ifade ettiği için oligarşi tarafından aydınlarına yapıla gelen uygulamalar düşüncenin bu topraklarda kök salmasını engellemiştir. Şu anda bu daha farklı baskı yöntemleriyle (mahalle baskısı) sürdürülmeye devam edilmektedir. Türkiye’de değişik dönemlerde farklı yöntemlerle düşünceyi engelleme çabaları yönetici oligarşinin vazgeçemediği özelliklerden olagelmiştir. Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bir ülkede düşüncenin namusuyla ortaya çıkması, aydınını yetiştirmesi beklenemez. Dünya düzeninin aldığı şekillere göre kendine rol biçen egemen güçler bir dönem destekledikleri düşünce birikimlerini bir süre sonra red ederek kabule yanaşmaları Türk oportünizminin özelliğidir. Düşüncenin devleti olamamıştır, devletin düşünceleri olmuştur. Bir dönem batıcı, bir dönem milliyetçi, bir dönem de İslami karakter gösterecek kadar renkliliktedir. Türk aydının büyük çoğunluğu bu dönüşüme ve renkliliğe göre şekillenmiştir.
Düşünme iddiasındaki entelektüel- aydın- âlimlerin bu duruşa layık bir tavır içinde oldukları söylenemez. Kendi tarihine, toplumuna, kültürüne yabancılaşan aydın düşünce namusunu koruyacak bir duruşu sergileyecek iradeyi gösterememiştir. Yaşadığı topraklarda farklı düşünenleri düşman ilan ederek birbiriyle konuşamamış, tartışamamış aşamamışlardır. “Sifizos” yani güç ve sonuca varmayan bir işi boyuna tekrarlayan kimse misali ezberlediği birkaç kelime, kavram ve sloganla bir düşünce inşa etme hayaliyle yaşamaktadır. Mahallesinde- diasporasında- cemaatinde- grubunda savunulan- kabul gören hangi düşünce ise onun tekrarını yapmaktan öteye gitmeyen bir zihinsel işlevi düşünce zanneden beyinler uyuştuğu- uyuşturulduğu için kuşaklar birbirinden düşünce değil bunun adına ihtirasları, çıkarları devr alarak gitmektedirler. “Düşünce dünyasında hiçbir fetih nihai değildir. Hepimiz Sifizos’uz… Hele diyalogun olmadığı ülkede… Türk aydının kaderi, mahpesinde şarkılar söylemek. Bu lanetler berzahından nasıl ve ne zaman kurtulacağız? Tefekkür bir arayıştır, içtimai bir arayış.” (Meriç, 1999) Ya devlet ya da halk goygoyculuğuna soyunmuştur. Hiçbir değeri ölçü almayan yabancılaşmanın derin acılarını ve yalnızlığını yaşayan aydınlar, fasit daireyi aşacak yollar aramak çabasında değildir. “Düşünenin görevi: insanından kopan, tarihini unutan ve yolunu şaşıran aydınları irşada çalışmak, kızmadan usanmadan irşat” (Meriç, 1997: 325) bu sorumluluk düşünce ve sözün namusunu taşıyanların omzundadır.
Türkiye’de düşünce akımı yoktur. Türk aklı henüz düşünceleşmiş bir ifade ortaya koyamamıştır. “Söz” medeniyetinin devamı olarak sistemli, tartışmaya açık, eleştirel akla uygun ve kalıpları kıran bir yapıda olamamıştır. Hem kamusal hem sivil alanda düşünce ürünü olan her şey çeşitli yaftalanmalarla hemen mahkûm edilmeye çalışılmış ve sesi kesilmeye çalışılmıştır. Sloganlara mahkûm edilmiş düşünce ne zaman kozasını yırtıp özgürleşmeye başlarsa bir gücün bu sürecin önünü kestiğini ve düşünce sahiplerinin de gereken mücadeleyi vermeden yarım kalan yeni bir durum yarattıklarını gözlemlemekteyiz. İnsanların birbirinin dilinden, düşüncesinden ve ifadelerinden bir şey anlamadığı kayıp kuşaklar yüzyılını geride bırakmış bulunuyoruz. Yarım kalmış sözlerin, dergilerin, kitapların ülkesiyiz. Artık “Hür Tefekkürün Kalesi” dergiler bünyesinde bunu konuşma, tartışma ve paylaşma yapılmamakta gönüllü kölelik sistemi ile zihinler iğdiş edilmeye devam edilmektedir. Düşünceler ve yöntemler değişmediği için çok büyük imkânlar ifade eden internet ortamı düşünsel özgürlüğü ve ifadeyi henüz mümkün kılmaktan uzaktadır.
Türkiye’de kişiler üzerinden sınırlanmış ve merkezlenmiş bir yapı vardır. Ne “Akademi”si ne de “Kamus”u vardır. Bir düşünce akımının açılımının sağlandığı, birbirinin devamı olduğu görülmez. Her kişi bir ekoldür. Tarikat- cemaat geleneği evirilerek düşünce alanında da kendini gösterir. Kişilere çok büyük misyonlar yüklenerek veya bazıları da buna talip olarak bir mutluluk oyunu oynar gibi hareket edilmektedir. Kişilerden akımlara geçiş sağlanamamıştır. Türk düşününün Cumhuriyete kadar bir yapılandırılmış bir hali yoktur. Cumhuriyet sonrasında Batıcılık, İslamcılık, Milliyetçilik ideolojileri temelindeki arayışlar bölük pörçük, birbirini düşman gören yaklaşımlardan dolayı geleneği olamamıştır. Belli dönemlere şartların doğurduğu insan ve düşünceler büyük bir fırsat ve çıkış oluşmuş gibi tutulmuş ancak şartların değişmesi ile bir etki ve yeri kalmamıştır. Yaşadığı zamanı aşabilenler çok az sayıdadır.
Her birimiz düşünce okyanusundaki yolculuğumuza çıkmış bulunmaktayız. Hayata dair her şeyi anlamlandırma çabası canlı kılınmalıdır. “Beni bekleyen ölümle tahrip olmayacak herhangi bir anlam var mı hayatta?” diyen Tolstoy’un sorduğu bu sorudaki gibi hayatta olduğunu düşündüğümüz anlamı keşif yolculuğu devam etmelidir. Müslüman insan olma bir varış değil oluş sürecidir. Bu ismi taşımak yeni ve çetin bir sürecin başladığının da işaretidir. Söylenecek daha çok sözümüz var. Sözü(ruhu) yazı (beden) ile cisimleştirerek, müşahhas kılarak kalıcı kılınmalıdır. Ajitasyon yapmadan, Türk dilinin güzelliklerini hâkim kılarak, özgün ve özgür kelimelerle paylaşımlar artırılmalıdır.
Rüstem BUDAK
Kaynaklar:
Meriç, Cemil- 1999- Jurnal- İletişim Yayınları
Meriç, Cemil- 1997- Mağaradakiler- İletişim Yayınları
Heidegger, Martin- 2005- Teknik Üstüne- Paradigma Yayınları
Cündioğlu, Dücane- 2007- Daire’ye Dair- Etkileşim Yayınları
Mengüşoğlu, Metin Önal- Düşünmek Farzdır- Pınar Yayınları